Acısız Acı
Posted: 31 Mart 2015 Salı by bülent usta in
0
Her şeyi birbirinden ayırarak düşünmek
alışkanlık hâline getirildiği için, yas tutmayı da, mutsuzluğu da, hatta aşkı
da parçalarına ayıra ayıra yaşamak, kolayına geliyor çoğu kişinin. Belki de bu
sayede acı çektiğinden habersiz yaşayabiliyor insanlar. Ekonomiyi, edebiyatı,
dış politikayı gazetelerde ayrı sayfalara yerleştirip uzmanlarına bırakma
geleneği bile, çoğu zaman, manzaranın bütününü gizliyormuş gibi geliyor bana. Çünkü
sistem, birbirinden ayrı parçalar hâlinde işlemiyor. Tek tek sayfalar arasında
dolaşıp, haberler arasında bağlantı kurmak için özel bir çaba sarfetmek
gerekiyor.
Max Frisch, 1948’de, bu yüzyılda doğan ama
düşünsel olarak önceki yüzyıla ait diye tanımladığı kültür-sanat insanları için
şu notu düşmüş, Türkçesi YKY’den yayımlanan günlüğüne: “Bizim neslin özellikle
İkinci Dünya Savaşı sırasında edindiği önemli tecrübelere göre, kültürle içli
dışlı, kültürü tanıyan, Bach, Handel, Mozart, Beethoven ve Bruckner üzerine
entelektüel anlamda ve heyecan duyarak sohbet edenlerin aslında hiç sorun
çıkarmadan kasaplık yapmaları da mümkündü… Bu insan türünü karakterize eden
şeye ‘estetik kültür’ diyelim. Bu kültürün en önemli ve her zaman görünür
karakteristiği bağlayıcılıktan uzak oluşu, kültür ve politikayı tamamen
birbirinden ayrı tutması: ya da yetenek ve karakteri, okuma ve yaşamı, konser
ve sokağı.”
Bu en yüce şeyleri düşünüp bilen, ama en
bayağı şeyleri engellemeyen düşünce türü, günümüzde yaşamın her alanında
hâkimiyetini kurdu. Max Frisch, kan emici, ahlaki açıdan şizofren, sanatsal ve
bilimsel kazanımlarla yetinen bu kültürün, kurulacak bağlarla ortaya çıkacak
yüzleşmeleri engellediği için toplumsal hafızayı silmesinden yakınıyor. Sanatçı
ve yazarların güç ve iktidar uğruna bu kadar kolay ahlaki değerlerini ayaklar
altına alabilmesi de, bu kültüre duydukları güvenden kaynaklanıyor. Orwell
gibi, İspanya’ya gidip Franco diktatörlüğüne karşı savaşmış, hatta savaşta vurulup
ölümden kıl payı kurtulmuş ve yapıtlarında totaliter sistemlerin tehlikelerini anlatmış
bir yazarı bile, tek adamlığa soyunmuş bir politikacının karşısında hayal edip “ayakta
alkışlardı” diyerek kendi iktidar hırsına alet etmeye çalışan yazar bile gördük
bu ülkede, daha ne olsun. Bir insanın Orwell ya da Huxley okumasının, cazdan ya
da sinemadan anlıyor olmasının kendi başına yeterli olmadığının en açık ispatı
olsa gerek.
Metis’in yayımladığı “Yeni İstanbul
Çalışmaları”nda, şehre dikilen bir gökdelenin yalnızca bir şehircilik meselesi
olmadığını, iş kollarından gündelik hayata pek çok şeyi geri dönüşü olmayacak
bir biçimde nasıl değiştirdiğini anlatan yazıları okurken, bir yandan içinde
olduğum metrobüsün camından gökdelenlere bakıyordum. İnsanların, birbirlerini
itip kakarak, hatta kavga ederek binmeye zorlandıkları bu otobüslerdeki
aşağılanmışlığa nasıl tahammül edebildiklerini düşündüm. Parçalara
ayırıyorlardı hayatlarını muhtemelen, acı çektiklerinden habersiz oluşları, acı
çektikleri gerçeğini yok etmiyordu, olağanlaştırıyordu yalnızca. Pessoa, Vergilius’un
yanıldığını yazmıştı “Huzursuzluğun Kitabı”na: “En çok anlamak yoruyor bizi.
Yaşamak, düşünmemektir.” Büyük bir aşkla yaşadığın sürece, yorulmaz insan
anlamaya çalışmaktan diye düşündüm sonra, her ne kadar Pessoa, “Biz aslında
insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir”
dese de… O fikir, edebiyatın yaptığı gibi, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek
kılmanın tek kaynağı belki de, düşlerde…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 10 Aralık 2014)