Önce akıllar bozuldu
Posted: 31 Mart 2015 Salı by bülent usta in
0
Bu yılın ne kadar zor geçeceğini, şehrin üzerinde düğüm düğüm
toplanan bulutlara bakarak bile anlamak mümkün. Yeni yılın ilk günlerini
Charlie Hebdo katliamıyla eskitmişken, daha fazla ne olabilir ki endişesi,
baktığım ve düşündüğüm her şeyde kendisini gösterir oldu. Balibar,
Liberation’daki yazısında, Charlie Hebdo’yu ihtiyatsızlıkla eleştiriyordu,
tehlikeyi küçümsemek ya da tehlikeye karşı kayıtsız kalmakla… Belki de asıl
sorun, tehlikeyi fazla büyütmek ve fazla ciddiye almaktır, tıpkı IŞİD’in
yaptığı propagandanın yarattığı dehşet duygusunun büyütülmesi gibi. Aslında tüm
o propaganda videoları, büyük bir çaresizliği ve zavallılığı gösteriyor,
savunmasız insanları öldürmekte bir kahramanlık yok çünkü. Ya da 10 yaşında bir
kız çocuğunu canlı bomba yapmaktan daha büyük bir zavallılık olabilir mi? Ama
tam da onlardaki bu kayıtsızlık, umursamazlık dehşete düşürüyor insanı, bir tür
dibe vurma, cinnet hali… Charlie Hebdo katliamında da ürküten şey, bunu
yaptılarsa, her şeyi yapabilirler korkusuydu. Tam da bu yüzden, onların
amaçladığının aksine, tehlikeyi küçümsemeden kayıtsız kalmak gerekiyor belki
de. Ama şu soruyu sormayı ihmal etmeden: Bu cinnet haline nasıl gelindi? Bu
akıldışılığın doğmasında, şu an hükmeden aklın hiç mi suçu yok? Bastırılan
neydi ki, geri dönüşü bu kadar dehşet saçan korkunç bir zavallılıkla oldu?
Aynı soruları, şimdiki iktidara yönelik eleştiri yaparken de
akılda tutmakta fayda var. Ne oldu da, siyasi iktidar, kendisini Cumhuriyet’in
tarihinden ayırıp Osmanlı’yı referans göstermeyi bir çıkış yolu olarak
benimsedi? Saray merdivenlerinde, Osmanlı askeri kostümü giymiş kişilerle
verilen o poz bile, yaşanan çaresizliğin bir resmi olarak yorumlanabilir, ama
bu çaresizlik sadece iktidarın mı? Darbeler geleneği yaratıp kendi evlatlarını
ve ümitlerini boğan Cumhuriyet’in de çaresizliği değil mi aynı zamanda? Eğer
bugün iktidarın akıldışılığından şikâyet ediyorsak, sahip olduğumuz akla da
şüpheyle bakmamız gerekmez mi? Medeni toplumun akılcılığa dayalı birlikte
yaşama isteğiyle oluştuğu ya da oluşması gerektiği düşüncesine, devletlerdeki
karar verme erklerinin keyfiliği sürekli gölge düşürdüğü içindir ki, bozuldu
akıl. İnsanları bir arada tutan birlikte yaşama arzusu, belki de hiç bu çağdaki
kadar tehdit altında olmamıştı. Ricoeur, demokrasiyi, akılcı olanın akıldışına
üstün gelmesi olarak tanımlar. Ama bu üstünlük, birlikte yaşama isteğine
ilişkin yatay bağın, hiyerarşik olanı aşmasıyla mümkün olabilir. Kobane’deki
mücadele ve orada yaratılan model, tam da bu açıdan hayati bir öneme sahip, hem
akıldışılığa, hem de hiyerarşik olana karşı olduğu için. Savaşarak kurulmuş
olması, umarım hiyerarşik olanı üstün kılmaz. Hiyerarşik olanla akıldışılık her
zaman yan yana oldu çünkü, bazen gizlense de büyük teorilerin arkasına.
Şehrin üzerindeki düğüm düğüm olmuş bulutlar çözülüp yağmur
başladığında, balıkçılar kahvesine ulaşmıştım bile. Yağmurun ve dalgaların
birbirine karışarak kahvehanenin camlarına savruluşunu izlerken, Herbert
Kraft’ın YKY’nin yayımladığı Musil biyografisindeki sözleri geldi aklıma:
“Günün birinde özgürlüğe götürecek akıl, teknolojide şeyleşmiştir; insanları
dayanışmaya sürükleyecek olan acıma, artık yalnızca bir duygudur, kararsız,
felç eden bir duygu. Özgürlük ve eşitliğe ulaşmak bir yana, bunları istemeyen
bir toplumda, vatandaşların akıl ve erdemlerine artık ihtiyaç yoktur.”
Walter Benjamin’in Brecht’le yaptığı söyleşide Kafka için
söylediklerini düşündüm sonra: “Faşist, kahramanlığı sahneye çıkarırken,
Kafka’nın tavrı soru sormaya devam etmektir.” Kafka’nın iflah olmaz bir
saflıkla, anlamsız ve yararsız girişimlerde bulunan kahramanları gibi olmak
gerek belki de, tüm bu akıldışılığın ortasında bir çıkış bulabilmek için.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Ocak 2015)