Alındaki çiçek
Posted: 31 Mart 2015 Salı by bülent usta in
0
Havalar soğudu iyice. Kapı ne zaman açılsa, içeri giren soğuk
hava, kahvenin ortasında yanan sobayı da alevlendiriyor. Osman Abi’nin dediğine
göre kar da yağacakmış. Eskiden karın bütün şehri bembeyaz örtüşünü izlemeyi
severdim. Eskiden ne çok şeyi severdim, mesela Haydarpaşa’dan kalkan bir trene
atlayıp Ankara’ya gitmeyi, trenin içi sıcacık olur, pencereden yağan karı
izlerdim. Mehmet Eroğlu’nun “Issızlığın Ortası” adlı romanını, öyle her yer
bembeyaz kar iken, ıssızlığın ortasında ilerleyen bir tren yolculuğunda
okumuştum, Ankara’dan Kayseri’ye gidiyordu tren, üstelik romanda da Kayseri’den
bahsediyordu yazar. İşin tuhafı, çaprazımda oturan bir kadın da “Issızlığın
Ortası”nı okuyordu. Bunun yalnızca tuhaf bir tesadüf olduğunu düşünmekle
yetinmiş, kitabı bahane edip tanışmamıştım o kadınla. Şimdi düşünüyorum da,
belki de bir işaretti bu tesadüf. Onunla tanışsaydım, belki de hayatımın akışı
değişecekti, ama ne var ki bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Hayatın akışı
içinde kim bilir ne işaretler gizliydi de ya görmüyor ya da umursamıyorduk.
Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Romen yazar Mircea Cartarescu’nun
“Orbitor” adlı romanındaki Maria, birden alnımızda bir çiçek gibi bir duygu
organının açılmasını veya güvelerinki gibi kabarık antenlerimizin çıkmasını
hayal ediyor. “Bir tren hârekât memurunun silik ve orta dereceli rüyasında
yaşamış” gibi hissediyor çünkü kendisini, dünyada gerçekte ne olup bittiğini
görmek, anlamak istiyor. Neden tren harekat memuru, orta dereceli rüya da ne
diye düşünürken, anlatmaya devam ediyor Maria: “Hiçbir zaman hiçbir şey
yaşamamıştım, değdiğim her şey çok açık bir şekilde kül oluyordu.” Ve sonra
şöyle diyordu: “Sana gerçekliği veren madde değil, masaldır. Bir taşın içine
oyulmuş olabilirsin ve sonsuz kumulların içinde bir yerlerde kaybolmuş bir
şekilde var olmayabilirsin, fakat bir rüyadaki hayaletsen, tam da rüyanın büyük
ışığı seni kanıtlıyor, inşa ediyor. Ve orada, uyuyan birinin karmaşık
hikâyesinde, hayattaki bir milyar dünyadan daha gerçeksin.”
Bu şehrin ruhunu yok ediyorlar derken, tam da Maria gibi
düşünüyordum, örneğin yıkılan Emek Sineması ya da kapatılan kitapçılar birer
bina değillerdi, İstanbul Masalı’nın sayfalarıydılar. İçinde yaşadığımız
masalın sayfaları birer birer koparılıp, yerine lüks mağazalar ve alışveriş
merkezleriyle dolu, başkaları için kâbusa eşdeğer “orta dereceli” bile olmayan
bir rüyayla ilgili sayfalar eklenirken, ne kadar gerçek olabilirdik ki?
Baudelaire’in “vasatlık deryası” dediği “maddiyata tutkun bu dünyada”,
insanların şaşırmaya aç ve heyecanlarla dolu bir yaşam arzulamasını sağlayacak
masallara o yüzden düşman kesiliyor iktidarlar. Ne kadar vasat olursa her şey,
onlar için o kadar iyi. Ama yine Baudelaire’in yazdığı bir mektupta dediği gibi
“özgür ruh kaderci olana, ruh tene” mutlaka baskın gelecek, “çağımıza özgü
ahmaklık ve budalalık” eninde sonunda iyiye dönüşecek, çünkü insanın içinde
karşı konulmaz ilkel bir güç var, ne olursa olsun geceleri yatağına girince
rüyalar görmeye devam etmesini sağlayan.
Maria’nın söylediği şu “alnımızda birden beliren duyu organları”
zaman zaman herkeste beliriyordur belki, kullanılmayınca kayboluyordur.
Edebiyat ve sanat olmadan, o duyu organları da olmaz, duyulmaz ve görülmez olur
dünya.Kahvenin ortasındaki sobadan sıçrayan alevleri izlerken, Gülten Akın’dan
dizeler geldi aklıma: “Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir/ Üşümekten
değil korku, ısınır olmaktan/ Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi…”
Sandalyemi sobaya biraz daha yaklaştırdım, alnımda bir sızı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 24 Aralık 2014)