KADIN BEDENİNDE SABOTAJ
Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta inGodard’ın 60’larda çektiği filmlerden kendime bir sinema gecesi yaptım geçenlerde. ‘Alphaville’, ‘Vivre sa vie’, ‘Le petit soldat’, ‘A bout de souffle’... Filmleri izlerken, eski siyah-beyaz filmlerden neden keyif aldığımı düşündüm uzun uzun. Öncelikle, o incelikli sinema anlatımının günümüzde görsel efektler içinde kaybolmaya yüz tuttuğunu düşündüm. Artık sinemada öncelik senaryoda değil, kullanılan görsel efektlerde. Üç boyutlu, görsel efektlerle süslü filmlerin çoğunda sıradan bir senaryodan başka bir şey yok. İşin kolayına kaçan sinemacılar, özgün senaryo derdine düşmek yerine, birkaç ünlü ismin ve görsel efektlerin arkasına gizlenerek senaryonun zayıflığını kapatmaya çalışmaktan vazgeçecek gibi görünmüyorlar.
Baudrillard, Yaşar Avunç çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Cool Anılar’ kitabında “günümüz filmlerinin çoğu içeriklerinin kanlı sapmasıyla, öykülerin ve bunların aldatıcı teknolojisinin yoksulluğuyla –yararsız high tech- yönetmenlerin kendi araçlarını ve kendi mesleklerini küçümsemelerine” neden olduğunu yazıyordu. Hatta “görüntünün görüntü profesyonelleri tarafından sabote edilmesi, politikanın politikacıların kendileri tarafından sabote edilmesiyle aynı kapıya” çıkıyordu Baudrillard’a göre.
Politikayı nasıl politikacıların kendisi sabote ediyorsa, solcular da solu sabote etmek konusunda kimseye fırsat bırakmıyor. Nasıl mı? Bugüne kadar üretilmiş teorileri ve tarihsel birikimi sıfırlayarak... Ben böyle söyleyince “onlar da solcu mu?” gibi sözler duyuyorum etrafımda. Nasıl solcu oldukları ayrı bir tartışma konusu olsa da bana göre kendisine solcuyum diyen herkes solcudur. Bunca tecrübeden sonra, solcuların solu homojenleştirme çabasından artık vaz geçmeleri gerek.
Geçen gün NTV’de Oğuz Haksever’in hazırladığı “Gerçek Orada Bir Yerde” adlı programda Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şerif Mardin konuşuyorlardı. Murat Belge, solun içler acısı halinden bahsetti yine. Gündüz Vassaf da, geçmiş sosyalist deneyimlerin bireye önem vermemesi yüzünden çöktüğünü anlattı. Yani yıllardır sola yönelik yapılan küçümseyici eleştirilerin bir özetini dinledik. Geçmiş sosyalist deneyimlerin savunusunu yapacak değilim. Ama bu “ne olacak solun hali” retoriği artık bıkkınlık getirdi. Sanki bir yerde solcu diye birisi var ve ona konuşuyor herkes. “Cumartesi Anneleri”nin 300. defa toplandığı bir ülkede, solcuları suçlamaktan kolay ne var? Hatta o programda “yumurta” meselesi açılınca, Murat Belge “o işin hedefi başka” diyerek konuyu kapattı. Şimdi bu “yumurta” hadisesi ilginç aslında. Ulusalcıların attığı yumurtalarla, özgürlükçü solcuların attığı yumurtanın hedefi aynı olduğu için, ikisinin de aynı kefeye yerleştirildiğini görüyoruz. Benim önerim, yumurtaları boyamak... Böylelikle yumurtaların kime ait olduğu ve gerçek hedefinin ne olduğu belli olur. Meselenin elbette komik tarafı bu. Gözden kaçırılan nokta, toplumsal muhalefetin homojen olamayacağı gerçeği. Hükümete muhalefet eden herkesi aynı niyete sahip olmakla suçlamak, muhalifleri zayıflatma amacından başka neye hizmet edebilir ki? Hükümete eşcinseller de, Kürtler de, ulusalcılar da, çevreciler de, birbirlerinden farklı, hatta tamamen birbirlerine zıt nedenlerle muhalefet edebilirler, ediyorlar... Ulusalcılar ülkeyi bölüyorsunuz diye, Kürtlerse daha fazla özgürlük isteğiyle, tamamen birbirlerine zıt taleplerle aynı hedefe yumurta atabilirler. Eğer atılan yumurtalar iktidar sahiplerine değil de yazarlara yönelikse, orada bir sorun elbette var. Ama polisin uyguladığı şiddetle yumurta eylemini eşitleyenlerin düşünsel körlüğünü, cehaletle açıklamanın izahı yok maalesef. Gazze’yi bombalayan İsrail’in, onlar da bize roket atıyorlar savunusu yapması bile komik bulunurken, yumurtayla jopu, biber gazını aynılaştırmak nasıl açıklanabilir bilmiyorum.
Porno Tez
Bilgi Üniversitesi’nde bitirme tezi olarak porno çekildiğine dair haberler dolaşıyor ortalıkta. Üniversite yönetimi, tezle ilgili öğretim görevlilerini görevden almış. Olayın aslını ve tezin içeriğini bilmediğim için, bir yorum yapamayacağım. Peki üniversitede porno tez konusu olabilir mi? Olabilir ve olmalıdır da... Meseleyi hem savunu, hem de eleştiri yönünden akademiler tartışabilmeli. Özellikle yabancı literatürde feminizm ve “cinsel özgürlük” meselesi yönünden porno çok ciddi bir tartışma konusu. Hatta “feminist porno filmleri festivali” bile yapılıyor başka ülkelerde. Bizim gibi muhafazakârlaşan ülkelerde, pornonun konumu ve yeri ise elbette çok farklı. Ve bu meseleyi, cinsel özgürlükler üzerinden tartışmaya açmamız şart. Daha önce devasa bir endüstriye dönüşen pornoyu eleştiren yazılar yazmıştım. Ama meseleyi endüstri sınırları dışında tartışmak gerekiyor.
Cinsel özgürlüğün kilit noktası, aslında kadın özgürlüğünde düğümlenen bir mesele. Kadınların özgürlük mücadelesinin alacağı mesafe, cinsel özgürlüğün de sınırlarını belirliyor ister istemez. Bu aralar meseleye edebiyat açısından bakan Tamer Kütükçü’nün Cinius Yayınları’ndan çıkan “Kadın Bedeni ve Cinselliğin Temsili” adlı kitabı yayımlandı. Adalet Ağaoğlu’ndan Leyla Erbil’e, İnci Aral’dan Latife Tekin’e, kadın edebiyatçılarımızın kadın bedenini ve kadın cinselliğini eserlerinde nasıl ele aldıklarını inceliyor kitap. Tamer Kütükçü’yü “Varlık” dergisindeki yazılarından takip ediyor ve böyle bir çalışma yapmasını açıkçası bekliyordum. Kadın edebiyatçıların kadın bedenini ele alış şekli gerçekten de ilginç ayrıntılarla dolu. Ama beni asıl ürküten, incelenen yapıtlarda da ortaya konulduğu gibi, kadınlarımızın bedenlerindeki tarihin aslında acı dolu ayrıntılarla dolu olduğu. Ve toplumun muhafazakârlaşmasıyla, cinselliğin bir yara gibi o bedeni kaplamaya devam edeceği.
“Cool Anılar”da Baudrillard, bugüne kadar çekilmiş en güzel feminist filmin Ridley Scott’ın “Thelma & Louise” olduğunu ve filmde ele alınan özgürlük anlayışının, “önlerindeki mekânı ısrarla istemeye değil, kendilerinden başka hiçbir şeyle boy ölçüşmeksizin bu mekânı yaratmaya dayanır” diyordu. Bu da bedende başlayan bir süreç... Sadece ruhların değil, bedenlerin de özgürlüğü için, önce kadınlar...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 5 Ocak 2011)