TEMBEL RUHLARIN TELAŞI

Posted: 27 Ocak 2011 Perşembe by bülent usta in
0


“Hürriyet” gazetesinde Tufan Türenç’in, Mahsun Kırmızıgül’ü “sınır tanımayan, sürekli kendini aşan, çok büyük hedeflere kilitlenen sanatçı belli ki Hollywood’a tırnaklarını geçirmiş” diye lanse eden yazısını okuduktan sonra, acaba kaçırdığım bir şeyler mi var, sinemayı ya da sanatı değerlendirme ölçütleri mi değişti diye kuşkuya kapılmadan edemedim. Kırmızıgül’ün roman yazacağı tutarsa Nobel’e aday gösterilmesi bile mümkün bence. Cem Yılmaz yazsa, kesin Nobel alır zaten.

Alain Badiou’nun Aziz Ufuk Kılıç’ın çevirisiyle “Başka Bir Estetik” adlı kitabı çıktı Metis Yayınları’ndan. Şiirden sinemaya, estetiği felsefenin bir alt disiplini olarak ele almadan, doğrudan estetik ürünlerin felsefesini araştıran ve bunu yaparken de kışkırtıcı tanımlamalar ve tespitler yapmaktan geri durmayan bir Badiou var karşımızda. Ve bütün sanatsal üretimleri, “didaktizm, romantizm ve klasisizm” üçlü şemasına yerleştirip, günümüzde bu üç şemaya doymuş olan sanatın yeni bir şema geliştirip geliştiremeyeceğini araştırıyor kitabında. Hatta avangard sanatın artık mümkün olamayacağını, Dadaizm ve sitüasyonizm örneklerinden yola çıkarak öne sürüyor ki, hiç de haksız sayılmaz hani. Ama “avangard”ın, bahsedilen o şemalara eklemlenmek gibi bir derdi olamayacağı ya da yeni bir şema öneremeyeceği için, zaten deneysel olmaya mahkûm çabalar olduğunu da kabul etmek gerekmez mi? Belki de, doygunluğa ulaşan bu üç şema değil de, sanatın kendisidir.

Bir gazete yazısında Badiou’nun bu incelikli ve kışkırtıcı tespitlerini uzun uzadıya ele almak mümkün değil elbette. Ama Badiou’nun bu sorusunu, kendi sanat üretimlerimiz için değiştirerek sorabiliriz: Bizim bu üçlü şemadaki yerimiz neresi? Badiou’nun bahsettiği bu üçlü şemaya yerleştirilebilecek sanatsal üretimler, bizim için doygunluğa ulaşmış mıdır? Hiç sanmıyorum. Badiou, sanata ilişkin düşünüşleri bakımından Marksizmin didaktik, psikanalizin klasik, Heideggerci yorumbilgisinin de romantik olduğunu iddia ediyor ki, bu üç düşünüş biçiminin bizim sanatsal üretimlerimizin üretiminde ya da değerlendirilişinde yetkin bir biçimde kullanılamadığı ortada. Daha doğrusu, felsefe ile sanatı birarada düşünebilme becerisini, çok sınırlı düzeyde belli başlı sanatçı ve eleştirmenlerde görebiliyoruz yalnızca. Eğer üniversitede ders vermesem, soyut düşünme kapasitemizin ne kadar düşük olduğunu bilemeyecektim hiçbir zaman. Son sürat ticarileştirilen ezberci eğitim sistemimiz, felsefeyi sevmeyen, kavramlarla düşünmeyi korkutucu ve sıkıcı bulan nesiller yarata yarata bu noktaya geldik. Ama yine üniversitede verdiğim dersler sayesinde, soyut düşünebilmenin aynı zamanda ne kadar kolay kışkırtılabileceğini de gördüm.

Günümüzde yaşadığımız en büyük sorun, zihnin uyaran bombardımanı altında tembelleştirilmesi. Bir konu hakkında, şöyle etraflıca, sakin sakin düşünmek mümkün değil artık. Hani Gülten Akın, bir şiirinde diyordu ya: “ah kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.” Gerçekten de teknolojinin sağladığı avantajlarla daha çok düşünmeye vaktimiz olacakken, olmalıyken, en gencimizden yaşlımıza, büyük bir telaş içinde düşünüp hareket etmeye çabalıyoruz. Ve bu telaş, bir süre sonra bıkkınlığa ve yorgunluğa neden olarak tembelleştirici bir hal alıyor. Mesela kaç kişi oturup bir şiir kitabını baştan sona şöyle keyif ala ala okuyabiliyor. Ya da bir romanın sayfaları arasında şöyle aheste aheste gezinebiliyor. Hep bir şeylere geç kalmışız duygusuyla, bir ona, bir buna saldıran, okuduğu kitapları yarım bırakan, bir resim sergisini gezmeyi sıkıcı bulup da bir barda saatlerce oturmayı ya da evindeki televizyon ekranına bakarak deşarj olmayı sıkıcı bulmayan tembel ruhlarla dolup taşıyor ortalık. Gazete alıp okumak bile sıkıcı olabiliyor onlar için, canlı yayın yapan haber kanalları her şeyi taptaze önlerine koyarken. Bırakın roman okumayı filan, gündemdeki meseleleri bile şöyle etraflıca düşünemeden, düşünmemize izin verilmeden, hemen bir başka gündemin içinde buluyoruz kendimizi.

Böyle bir manzara varken, sanatın doyum noktasına ulaşıp ulaşmadığını tartışmak birilerine saçma gelebilir. Ama sanat, biz onu düşünsek de, düşünmesek de hep buradadır ve insan var olduğu sürece de bir yere ayrılmayacaktır.

Canlı Bomba Hukuku

Son günlerde uzun uzun tartışılıyormuş gibi gözüken ama aynı sözlerin tekrarlandığı bir mesele de Taksim’de polislere yönelik gerçekleştirilen canlı bomba eylemi oldu. Bu eylemin gerçekleştiği günlerde de, Metis Yayınları, kendisine kalkış noktası olarak Walter Benjamin’in ünlü “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” adlı yazısını alan bir seçki yayımladı. Şiddet üzerine en az Fanon’un kitapları kadar önemli olan bu yazıyı ve hemen ardından bu yazıyı yapıbozuma uğratan Derrida’nın yazısını okumak oldukça zihin açıcı.

Mesela devlet, illegal sol örgütlere karşı gerçekleştirdiği kararlı ve ısrarlı imha çabasının bir benzerini neden mafya örgütlerine karşı gerçekleştirmez? İllegal sol örgütlerle mücadeleye ayırdığı gücün bir kısmını mafyayla mücadeleye ayırsa, tek bir tane mafya kalmazdı ortalıkta. Bu durum tüm devletler için geçerli bir tespit. Derrida, Benjamin’in tespitlerinden yola çıkarak şöyle açıklıyor bu durumu: “Devletin, en güçlü halindeki hukukun, korktuğu şey pek o kadar suç veya eşkıyalık değildir; çünkü bu suç ve eşkıyalık, mafya veya büyük uyuşturucu trafiğinde olduğu gibi tikel çıkarlar sağlamak amacıyla ihlal etmektedir yasayı.” Yani bir mafya örgütü, sadece alacağı paraya bakar. Devlet, tüm gücüyle bu yapılarla savaşırmış gibi gözükse de, “para aklanması” işinden payını alarak, bitirici hamleyi hiçbir zaman gerçekleştirmez. Hatta bu tür yapılarla zaman zaman işbirliği bile yapabilir. Halbuki isyancı bir örgüt ya da topluluk, hatta genel grev talep eden işçi sınıfı, tikel çıkarlar için değil, devletin kurucu şiddetinden doğan hukuk ilişkilerini dönüştürme, değiştirme talebiyle hareket ettiği için, devletler, bu tür yapı ve örgütlere karşı bitirici hamle yapmak konusunda hiçbir zaman tereddüt etmezler. Bütün mesele, devletin kurucu şiddetinden doğan hukukunun sınırları içinde kalınıp kalınmadığıdır. Şimdi o sınırların çeşitli hukuk talepleriyle esnekleştirilmeye, genişletilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz. Aslında biraz da, gündemden hiç düşmeyen hukuk tartışmalarına, hukukun kaynağından bakmak gerekmiyor mu?

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 10 Kasım 2010)

0 yorum: