COPZA LUCA
Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta inPencereden karın yağışını izlerken, yağan kar sihirli olsa, dokunduğu her şeyi değiştirebilse diye hayal ettim. Yağan karın dokunduğu herkes, birkaç gün de olsa televizyonu değil de pencereden karın yağışını izlese. Karın yağışını izlerken herkes, gündelik hayatın stresinden, hayhuyundan sıyrılıp varoluşsal sorunlarıyla yüzleşebilse. Bilmem farkında mısınız, ne halde olduğumuzun? Yaşamak istediklerimizi değil de, yaşamak zorunda olduklarımızın ağırlığı daha da bir artıyor omuzlarımızda. Bir türlü düzelmek bilmeyen ekonomi için, habire ne mucizeler gerçekleştirdiklerini anlatıyor politikacılar. “Az kaldı, demokratikleşiyoruz. Az kaldı, işsizlik sorunu çözülecek. Yolsuzluklar tarihe karışacak…” deyip duruyorlar. Bundan elli ya da yüz yıl evvel de, başka şekillerde ‘sabır sabır’ deyip, sahte umutlarla oyalıyorlardı dedelerimizi, ninelerimizi... Değişen hiçbir şey yok. Hayatta kalmak için asgari ücrete bile razı yüz binlerce insan yaşamıyor mu bu topraklarda? Binbir hayallerle üniversitede okuyan Jaguarsız gençler, geleceksizliğin sancısıyla sınavdan sınava koşmuyorlar mı? Yine de nasıl açız umuda. Sahte de olsa umutlara kanmaya öyle hazırız ki…
‘Express’ dergisinin Ocak sayısında ünlü deneysel romancı ve şair Kathy Acker’ın Cezayir sorunu üzerine yazdığı yazıdan bir alıntı var. Şöyle diyor güzeller güzeli Kathy Acker: “Bu adi yaşama biçimimizin altında, yemeğimizi yemek istiyoruz, birilerini sevmek istiyoruz. (Kader! Seni seviyorum!) Bireyleri umutsuz çözümlere iten bir toplum yaşanabilir bir toplum değildir. Topyekûn değişmelidir!”
“Topyekûn değişmelidir!” diye haykıran, haykırmakla kalmayıp değiştirmeye kalkışan bir başka güzeller güzeli Ulrike Meinhof’un hayatını anlatan bir kitap yayımlandı bugünlerde. Jutta Ditfurth’ün yazdığı bu biyografi, Saliha Nazlı Kaya’nın çevirisiyle Agora Kitaplığı’ndan çıktı.
Pencereden karın yağışını izlerken Ulrike Meinhof’un o fırtınalı ve hüzünlü hayatını düşündüm. Başarılı bir gazeteci olarak rahat bir hayat sürecekken, ikiz kızlarından ayrı, çatışmalar, işkenceler ve kuşatma altında geçen, hücresinde asılarak öldürülmesiyle sonuçlanan zorlu bir hayatı seçmişti Ulrike. Polisten kaçarken, yazarları arasında yer aldığı ünlü “Konkret” dergisinde, onu teslim olmaya ikna etmek için manevi annesi Renate Riemeck’in “Ulrike Meinhof’a açık Mektup” adıyla bir yazısı yayımlanır. Yazıda demagojik bir dille kısaca “vazgeç” denilmektedir. Ulrike o mektuba “Köle Anne Evladına Yalvarıyor” başlığını taşıyan başka bir mektupla yanıt verir. İğneleyici bir dil kullanan Ulrike şöyle yazar manevi annesinin ağzından: “Bütün köleler iktidara itaat ediyorlar. İsyan edip zafere ulaşanlar bile, köle olmaya devam edebilmek için, zaferlerini iktidarın ayakları altına serecekler. Köleler özgür olmak isteyenlerden nefret ederler. Özgür olanlar, isyanın ne kadar anlamsız olduğunu kavraman için sana yardım etmeyecekler. Cesaretin acımasız, çünkü kendi korkaklığımızı cesaretimizden nasıl gizleyebiliriz ki? Ebediyen köle kalmak yerine ölmeyi tercih etsen de, bizi huzursuz etmeye hiç hakkın yok. Asya’da, Afrika’da ve Güney Amerika’daki plantasyonlarda gardiyanlarını öldüren eziyet altındaki o toprak kölelerini Tanrı affetsin. Biz ev kölelerininse, ellerinde kamçılarıyla o gardiyanları gönderen efendileri cehennemin dibine yollama hakkımız yok. Efendilerin evini düzen içinde tutmak bizim görevimiz. Çocuğum günaha girme. İktidarın verdiği ceza ne kadar korkunç olursa olsun, tövbe et.”
İktidarın Ulrike Meinhof ve arkadaşlarına verdiği ceza, gerçekten de korkunç oldu. Güzeller güzeli Ulrike Meinhof, öldürüldükten sonra bile rahat bırakılmadı. Nazi zihniyetine sahip doktorlar tarafından Ulrike’nin beyni çıkartılıp incelendi. Böylesine eğitimli ve yetenekli safkan bir Alman, nasıl olur da her şeyi topyekûn değiştirmek isteyen bir solcuya dönüşür diye, merak etmiş olmalılar. Mümtaz’er Türköne, solculuğu patolojik olarak nitelendirirken, bu incelemelerden faydalanmış olabilir. Ulrike’nin beyni, ancak yıllar sonra, 2001’de mezarına gömülebildi.
Ulrike’nin yaşadığı deneyimin benzeri pek çok deneyim yaşandı bu topraklarda da. Silahla gidilen yol, çoğunlukla bir yerde tıkandı hep. Tıkandığı yer de, acaba Ulrike’nin alaycı bir dille yazdığı mektupta bahsettiği gibi kölelerin “özgür olmak isteyenlerden” nefret etmesi olabilir miydi? Öyle çok nefret gösterisine tanık olduk ki bu topraklarda, hepsinden tek tek bahsetmeye mecalim yok. Ama, bu topraklarda muhafazakârlığın artması, nefretin de arttığı anlamına geliyor bir bakıma. İnsanlara ahlak dersi veren, herkesi “inançlara saygılı olmaya” çağırırken bir sanat eserine “ucube” diyebilecek kadar sanata ve sanatçıya saygısızca davranabilen bir zihniyetin, gücünü, “özgür olmak isteyenlere” karşı duyulan toplumsal nefretten aldığı söylenebilir. Bu nefret, önce sanatçıları ve aydınları kendisine hedef seçer, çünkü özgür olmayı varoluşsal olarak kendisine iş edinen öncelikle onlardır. Eğer sanatçıların ve aydınların itibarını zedeler, onları piyasa koşullarında terbiye ederseniz, köleleştirmenin önünde artık hiçbir engel kalmaz. Ondan sonra bireyleri istediğiniz kadar yabancılaştırır, onların arzularıyla istediğiniz gibi oynar, gündelik hayatın hayhuyu içinde onları istediğiniz kadar oyalayabilirsiniz.
Üzerinde durmamız gereken şey, sadece darbe yapmaya hevesli askerlerin varlığı değil, o askeri darbelere ya da diktatörlüğe hevesli liderlere kitlelerin nasıl olup da boyun eğdiği olmalı.
Pencereden karın yağışını izlerken, yağan karın sihirli olduğunu hayal ettim. Yağan karın dokunduğu herkes, bir an Roman şarkıcı Adrian Simionescu’nun “Copza Luca”sını duyup dans etmeye başlasa… Tony Gatlif’in o hüzünlü filmlerinin verdiği haz gibi, acıdan zevk almayı öğrenmektir belki de hayat… Ne yazmıştı Faulkner, “Çılgın Palmiyeler” romanında: “Acıyla yokluk arasında acıyı seçiyorum ben.”
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 26 Ocak 2011)