HUZURSUZLUKTAKİ HUZUR

Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta in
0

Kılıçdaroğlu’na katıldığı bir televizyon programında, Avrupa’ya seyahati sırasında Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarlarını ziyaret edip etmeyeceği sorulduğunda, fırsat bulursa ziyaret edeceğini söyledi. Ve sanki yanlış anlaşılmamak ister gibi, “bazı vatandaşlarımız onların görüşlerine katılmıyor olabilir. Zaten sanatçılar, aykırı kişilerdir. Sanatçı olmak rüzgâra karşı yürümektir bir bakıma. Onlar bizim değerlerimizdir” gibisinden uzun uzun açıklamalarda bulundu. Yanlış anlaşılmaktan bu kadar korkan başka bir siyasi parti lideri olmasa gerek. Yılmaz Güney’in ve Ahmet Kaya’nın görüşlerine katılmayan vatandaşların da oyuna talip olduğu için, kimseyi ürkütmek istemiyordu sanki. Peki, onların görüşlerini “aykırı sanatçı”lıklarıyla açıklamak mümkün mü? Eşitlik, adalet, özgürlük emelleri, onları nasıl aykırı yapıyor? Çoğunluk bu emellerden uzak olduğu için mi?

Kılıçdaroğlu’nun, ürkek davranmaya ve dengeleri sürekli gözetmeye devam etmesini, solun parçalanmışlığıyla açıklamak mümkün. Hem ulusalcı, hem de özgürlükçü solu bir noktada buluşturma ve yoksul kitlelerle arasındaki engelleri aşma çabası, onun bu kaygılı ruh halinin nedeni olabilir. Peki gerçekten de böyle bir hat izleyerek bunu başarabilir mi? Yani hem ulusalcı, hem özgürlükçü bir hat oluşturulabilir mi? Ortada Kürt sorunu olduğu sürece bu çok zor. Ecevit’in bir zamanlar bunu başarabilmesi, Kürt sorununun bu denli ağır ve kitlesel bir mesele olarak gündemde olmaması, sosyalist solun günümüze göre daha güçlü ve örgütlü oluşuyla mümkün olabilmişti. Kılıçdaroğlu’nun eğer böyle bir niyeti varsa, bunu herkese eşit mesafede durmaya çabalayarak değil, siyaseten sola yakışanın ne olduğunun altını çizerek, solun temel değerlerine sahip çıkarak yapabilir ancak. O değerler de, mezarlarını ziyaret edeceği “aykırı” sanatçıların ortak değerlerinden başka bir şey değil. Yaşadığımız süreç, bu çok değerli iki sanatçımızı doğruladı sürekli olarak. Yaptıkları şey de, aykırı fikirler öne sürmekten çok, solun temel değerlerini anımsatmaktı sadece. Bugün yapılması gereken de başka bir şey değil. Çünkü, solun temel değerleri, büyük bedeller ödenerek kazanılmış zengin bir tarihsel birikime sahip ve şimdi bu değerlerin unutturulmaya, saptırılmaya çalışıldığı zamanları yaşıyoruz. “Özgürlük” başka türlü, “eşitlik” başka türlü anlaşılır oldu artık. Sanki, Hollywood filmlerinde yaşıyormuşuz gibi algılıyoruz pek çok şeyi. Aslında bu algılama meselesi, temel bir mesele. Fernando Pessoa’nın dediği gibi “bütün mesele dünyayı kavrayışımızdan kaynaklanıyor: Dolayısıyla dünyayı kavrayışımızı değiştirirsek dünyayı da kendimiz için değiştirmiş oluruz.”

Bu aralar huzursuz bir ruh hali içinde olduğum için midir nedir, Fernando Pessoa’nın Saadet Özen çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlanan “Huzursuzluğun Kitabı”nı yeniden okumaya başladım. Pessoa gibi katışıksız bir sanatçının huzursuzluğunda huzur buluyorum bir bakıma. Benim için bir “Huzur Kitabı” olması, dünyayla ve kendimle arama giren parazitleri temizlemesiyle ilgili olsa gerek.

Pessoa’nın huzursuzlukları arasında, dünyanın yönetilişiyle ilgili toplumsal olanlar da var. Şöyle yazmış kitabına: “İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve aldatmak.” Bütün karmaşa ise, bu iki temel ilkenin uygulanışında gizli. Baskı altına almanın ve aldatmanın o kadar çok yolu ve yöntemi var ki...

Pessoa’yı huzursuz eden bir başka şeyse, reformistler. Reformistlerin, dünyadaki yüzeysel kötülükleri gidermek üzere kendilerini ortaya atışlarından nefret ediyor. Çünkü böyle yaparak temeldeki kötülükleri derinleştirdiklerine inanıyor. Ekonomik krizleri çözmek için ekonomistlerin reform arayışını anımsadım bu satırları okurken. Obama, böyle bir reform istenciyle ABD İmparatorluğu’nun başına geçmemiş miydi? Ama tüm bu reformlar, yine kapitalizmin ekonomik sistemi içinde gerçekleştiği için, krizin daha derinlerde birikip güçlenmesinden başka bir işe yaramadı. Reformların sonu gelmezken, sorunlar da sanki yapılan reformlara inat, git gide büyüyor. İnsanları aldatmanın yolu, öncelikle reform yapmaktan geçtiği için olsa gerek, bütün siyasi partilerin programlarında da reform sözcüğüne bolca rastlar olduk.

“Ortadan kaldırılması ya da etkisiz hale getirilmesi mümkün olmayan merhametsiz kurallarla” yönetildiğimize inandığı için, Pessoa, fena halde karamsar bir yazar. Bu yüzden insanlardan uzak, düşlerde süren bir hayatı tercih ediyor. Ama tüm kitap boyunca görüyoruz ki, düşlere sığınsa da, içindeki huzursuzluklardan hiçbir vakit kurtulamıyor. Hatta kurduğu düşler, onun gerçeklere ve dış dünyaya farklı bir gözle bakmasını sağlayarak daha da huzursuzlaştırıyor. Çünkü hayal etme kapasitemiz arttıkça, gerçeklik o kadar görünür hale geliyor önümüzde. Pessoa’nın karamsarlığı da, olması gerekenle olan arasındaki gerilimle açıklanabilir belki de. Bu öyle bir gerilim ki, gerçek hayatı bir tür tutsaklık, düşleri ise alçakça bir özgürlük olarak nitelendirebilmesine yol açabiliyor. Alçakça bir özgürlük, çünkü kendisinden kaçıyor olmasının utancını hissediyor Pessoa bir yandan. Mutlu olmak için, hayatı kendi dışında bir şey gibi görüp, bir kedinin ya da köpeğin yaşadığı gibi yaşamak gerektiğine inanıyor. Çünkü düşünmek, yıkmaktır Pessoa’ya göre.

“Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor. İnsani hayatları, gerçekten duyarlı olsalar sonsuz acı verecek olaylarla dolu. Ama gerçekte bitkisel hayatta olduklarından, yaşadıkları şeyler ruhuna değmeden uçup gider” diye yazmış ya Pessoa. Sanata düşman olanların, insanların bitkisel hayatlarından uyanmalarını istemeyenler olduğunu düşünüyor insan. İşte bu yüzden, huzursuzluklarımdan huzur duyuyorum.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 17 Kasım 2010)

0 yorum: