KARARTMA GÜNLERİ
Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta inBir tür karartma günlerine benzetiyorum yaşadığımız süreci. Gazeteleri, köşe yazarlarını okuyunca, televizyonlarda neredeyse her akşam aynı kişilerce icra edilen tartışma programlarını izleyince, karartmanın boyutlarını tahmin etmekte güçlük çekiyorum.
Entelektüel düzeyde de ciddi bir karartma içindeyiz. Liberal bir köşe yazarı çıkıp polisin orantısız şiddetiyle öğrenci eylemlerini aynı kefeye koyarak, sözü “orantısız şiddet istemiyorsak, orantısız eylem de yapmayın” demeye getirebildi örneğin. Hemen ardından da sıfır toleransla Türkiye’nin işkence meselesini çözdüğünü iddia ederek, sanki toleransın azalacağına dair üstü kapalı bir uyarıda da bulundu. Liberallerimizin bile fena halde devletçi oluşuna şaşırmıyorum elbette. Ama yine de bir liberalden, öğrenci eylemlerini desteklemese bile, göstermelik de olsa polis şiddeti karşısında durmasını beklerdim.
Aslında bütün mesele, yıllar yılı süren açık ya da gizli mücadelelerin sonucunda sol muhalefetin sesinin kısıldığına dair yerleşmiş inancın sarsılmasıyla alakalı. Yoksa Burhan Kuzu, kendisine yumurta atılmasına neden bu kadar şaşırdı ki? Üyesi olduğu iktidar partisi, eğitimle ilgili hangi sorunu çözdü de, öğrencilerin tepkisine şaşırıp kızabiliyor? YÖK’ü mü kaldırdı? Eğitimi parasız hale mi getirdi? Dershane meselesini mi çözdü? Üniversiteyi bitirenlerin rahatça işe yerleşmesinin olanaklarını mı yarattı? Daha geçenlerde Başbakan’ı protesto etti diye öğrenciler hapis cezası almamış mıydı?
Aslında “karartma günleri”, sadece bu iktidar dönemine özgü bir uygulama değil. Önceki iktidarlar faili meçhul cinayetleri ya da dört başı mamur yolsuzlukları gizlemek için ciddi “karartma”lar uygulamıştı hatırlarsanız. Mesela Çiller dönemini, nedense kimse eşelemek istemiyor. “Bir+Bir” dergisinin son sayısında, 90’ların efsane gazetesi “Özgür Gündem”in Diyarbakır bürosunda yaşanan olayları anlatan “Press” adlı filmin yönetmeni Sedat Yılmaz’la yapılmış bir söyleşi var. Söyleşide “kurşunla tekzip” diye bir şeyden bahsediyor Sedat Yılmaz. “Kurşunla tekzip”, bir şeyhin, ağanın ya da kontrgerillanın hoşuna gitmeyen haber yapan gazetecinin öldürülmesi anlamına geliyor. Gazeteci ölümlerinin sıradanlaştığı “karartma günleri”ni anlatıyor “Press” filmi... Sedat Yılmaz’a göre, artık “kurşunla tekzip” olmasa da, kurşunların yerini para cezaları alarak “karartma günleri” sürmeye devam ediyor.
Mağduriyet ve Haklar
Siyasi belleğimizi canlı tutacak “Press” gibi filmlerin çekilmesi gerçekten de mühim bir olay. Ama geçmişte yaşanmış mağduriyetlerle bugün talep edilen haklar arasındaki bağı yine de sorgulamamız gerekmiyor mu? Örneğin Kürt meselesini, hâlâ korkunç işkencelerin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi üzerinden tartışıyor olmamız ne derece doğru? Bana bu soruyu sorduran da Mehmet Rifat’ın çevirisiyle YKY’nin “cogito” dizisinden çıkan F. Azouvi ve M. De Launay’ın Paul Ricœur’le gerçekleştirdikleri söyleşilerden oluşan “Eleştiri ve İnanç” adlı kitap. İlginç ve önemli bir noktaya değiniyor Ricœur. Aslında değişen dünyanın dinamiklerini sorgulamamızı sağlayacak çeşitli ipuçları veriyor. Yaşanan süreci “gerici sağın bir entelektüel terörizm girişimi olan McCarthy”cilik döneminden itibaren başlayan haklar mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendiriyor kitapta. “[B]ireylere mevcut koşullarda yapıldığı ileri sürülen haksızlıklara dayalı değil de belli bir aidiyeti olan bir topluluğa geçmişte yapılmış haksızlıklar” temel alınıyordu artık hak talep edilirken. Bu durum, dünyanın hemen hemen her yerinde benzer bir biçimde yaşanıyor. Kürt sorununu, işin içine Diyarbakır Cezaevi’ni ya da faili meçhul cinayetleri karıştırmadan tartışabilmek bugün pek mümkün gözükmüyor. Aslında bu durumu yaratan da, ulus-devlet reflekslerinin ürünü olan yoksayıcı ve suçlayıcı kışkırtmalar. “Press” filminin yönetmeni Sedat Yılmaz’a, basın toplantısı sırasında “filminizde bebek katili terör örgütünün yaptıklarını niye anlatmadınız” diye sataşılabiliyor mesela. Bu da ister istemez geçmişteki mağduriyetlerin hatırlanmasına, hatırlatılmasına neden oluyor. Ama bu durum Ricœur’ün de altını çizdiği gibi “hem hukuksal ve siyasal bireyselcilikle, hem de toplumsal sözleşmenin varsaydığı çağdaşlık ilişkisi”yle çelişen bir durum. Türkiye’nin hukuksal ve siyasal bireyselciliği ne kadar başardığı düşünülürse, bizde işler daha da vahim bir sürece işaret ediyor.
Türkiye, ABD’de Siyahlar, Yahudiler ve eşcinseller üzerinden şiddetli tartışmalarla yaşanan bu sürece daha yeni girdi. Devletin öyle çok mağduru ve o mağdurların anlatacağı öyle iç paralayıcı hikâyeler var ki, bu süreci “karartma günleri” sürerken nasıl aşacağımız tam anlamıyla bir muamma. Aslında meselenin özünü tartışmak yerine etrafında dolaşa dolaşa, halihazırda karmaşık olan bir meseleyi daha da karmaşık bir hale getirdiğimiz de kesin. Düşünsenize, anadilde eğitim ya da mahkemede savunma yapılıp yapılamayacağını tartışıyoruz hâlâ.
Ricœur’ün uyarılarına dönecek olursak, “düzeltici adalet” ile “farklılık ideolojisi”nin uyumsuz birlikteliğini çözmek gibi temel bir sorundan bahsediyor kitapta. Ricœur’ün görüşüne göre “farklılık ideolojisi, farkları farksızlaştırarak eleştirel düşünce biçimini yıkar; çünkü eleştirel düşünme, aynı tartışma kurallarının paylaşılması”nı gerektirir. En önemli mesele de “farklılıkların övülmesinin, oluşturulan grupların iç kimliklerini güçlendirme sonucunu yaratması.”
İç kimliklerin güçlenmesinin bizde nasıl etkileri olacağını şimdiden tahmin etmek güç. Ama kimlik meselesinin, bu çağın en kritik meselelerinden birisi olduğu kesin.
Ricœur’le yapılan söyleşilerden oluşan bu kitapta, sanattan siyasete, hatta üniversitelerden dine pek çok başlık yer alıyor. Ricœur’ün, özellikle 68 olayları sırasında Paris’te bir yıl süren dekanlık görevi sırasında yaşadığı ve gözlemlediği olaylar da ilgi çekici ayrıntılara sahip. Kitabı Türkçeye kazandırdığı için Mehmet Rifat’a ne kadar teşekkür etsek az...
Haydarpaşa Garı’nda yangın sürüyor, alevler görünmese de...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 15 Aralık 2010)