12 EYLÜL TRENİ
Posted: 11 Haziran 2012 Pazartesi by Jade in
0
Şöyle derdik hep, derlerdi: “Bir geçiş sürecindeyiz.”
Bu “geçiş süreci” lafı, umutsuzluğa kapılanlara koşulların değişeceğini, her
şeyin daha iyiye doğru gideceğini fısıldardı sanki. Kendimi bildim bileli biz
hep bir geçiş sürecindeyizdir. Durmaksızın bir yerlerden bir yerlere
geçiyoruzdur. Bitmeyen bir geçiş süreci… Belki de hiçbir yere geçmiyoruz,
geçirilmiyoruz. Her taraftan sımsıkı tutulmuşuz da ya haberimiz yok, ya da
kabullenmişiz çaresizliğimizi.
Mesela Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş süreci bile tamamlanamamış ki, “Yeni Osmanlı” söylemi ve politikaları yeniden zuhur etti hayatımızda. Sosyalizme geçiş yapma hayalleri kurulurken bir zamanlar, kapitalizmin en vahşisi ve akıldışı olanıyla cebelleşiyoruz şimdi. Ya da modernleşelim derken, toplumun daha da muhafazakârlaştığına tanık olduk bu süreç içerisinde. Kürt sorunu bir geçiş sürecindeydi hani; herkes rahat rahat konuşuyor, tabular yıkılıyordu. Öyle deniliyordu ama yeniden sorunun en başına dönüp, sınır ötesi harekâtlara umut bağlayan bir anlayışı yürürlüğe koydu hükümet. Hem de bu defa, topyekûn bir iç savaşın içine doğru sürüklenmek isteniyormuşuz gibi bir hava hâkim.
12 Eylül’ün yıldönümü yaklaşıyor ve biz mesela daha 13 Eylül’ü görmedik. 13 Eylül’ü göremeyişimizin elbette pek çok nedeni var. Siyaseti felce uğratan Kürt sorununa yönelik oyalayıcı ya da baskıcı politikalardan, 12 Eylül’ün tüm kurum ve kuruluşlarıyla hâlâ varlığını tüm ihtişamıyla sürdürüşüne kadar pek çok nedenden bahsedebiliriz. Tüm bu nedenler, 12 Eylül’ün ruhunu içimizden söküp atamamamıza, gördüğümüz kâbusların etkisiyle başımıza gelecek her tür felakete sessiz ve seyirci kalarak yaşamamıza olanak veriyor.
Mesela Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş süreci bile tamamlanamamış ki, “Yeni Osmanlı” söylemi ve politikaları yeniden zuhur etti hayatımızda. Sosyalizme geçiş yapma hayalleri kurulurken bir zamanlar, kapitalizmin en vahşisi ve akıldışı olanıyla cebelleşiyoruz şimdi. Ya da modernleşelim derken, toplumun daha da muhafazakârlaştığına tanık olduk bu süreç içerisinde. Kürt sorunu bir geçiş sürecindeydi hani; herkes rahat rahat konuşuyor, tabular yıkılıyordu. Öyle deniliyordu ama yeniden sorunun en başına dönüp, sınır ötesi harekâtlara umut bağlayan bir anlayışı yürürlüğe koydu hükümet. Hem de bu defa, topyekûn bir iç savaşın içine doğru sürüklenmek isteniyormuşuz gibi bir hava hâkim.
12 Eylül’ün yıldönümü yaklaşıyor ve biz mesela daha 13 Eylül’ü görmedik. 13 Eylül’ü göremeyişimizin elbette pek çok nedeni var. Siyaseti felce uğratan Kürt sorununa yönelik oyalayıcı ya da baskıcı politikalardan, 12 Eylül’ün tüm kurum ve kuruluşlarıyla hâlâ varlığını tüm ihtişamıyla sürdürüşüne kadar pek çok nedenden bahsedebiliriz. Tüm bu nedenler, 12 Eylül’ün ruhunu içimizden söküp atamamamıza, gördüğümüz kâbusların etkisiyle başımıza gelecek her tür felakete sessiz ve seyirci kalarak yaşamamıza olanak veriyor.
12 Eylül’den 13 Eylül’e geçemeyişimizin nedenleri üzerine düşünürken, aklıma geçen aylarda “Yaşam Şifresi” adıyla sinemalarda gösterilmiş Duncan Jones’un “Source Code” adlı filmi geldi. Filmde Afganistan’daki savaşta ölmüş bir asker var. Asker, bedensel olarak ölü sayılsa da teknolojik bir buluş sayesinde askerin ruhu “source code” adlı bir bilgisayar programının içine hapsediliyor. Bu program sayesinde Colter adlı bitkisel hayat süren askerin ruhu, yakın zaman önce bomba konularak havaya uçurulmuş trendeki bir yolcunun bedenine transfer ediliyor. Yani zamanda yolculuk yapılarak bombayı koyan kişi tespit edilecek ve halka açık yerlere konulan diğer bombaların izi bulunacak. Ama Colter’ın bunu gerçekleştirebilmesi için sadece sekiz dakikası var. Trende patlama olup öldükten sonra Colter, o makine ya da bilgisayar programı sayesinde kendisini yeniden o trende bulur ve bu durum bombayı koyan kişiyi bulana kadar, defalarca ölerek devam eder. Yani tüm hayatı, defalarca yaşadığı sekiz dakikadan ibarettir ve o sekiz dakikalarda bulduğu ipuçlarını birleştirerek sonuca ulaşmaya çalışır…
1980’den bu yana, belki çok daha öncesinden hapsedildiğimiz 12 Eylül, Colter’ın hapsedildiği o trenden farksız. Colter, trene yerleştirilen bombayı ararken, bombayı bulamazsa trenin patlayacağını ve içindeki yolcularla birlikte öleceğini biliyordu. 12 Eylül, bu ülkenin geleceğine konulmuş bir bombaydı ve patladı. Hepimiz öldük. Sadece 80’li yıllarda yaşayanlar değil, sonraki kuşaklar da o bombayla birlikte imha edildi. Ama hayat devam ediyor ve biz her bomba patlayıp öldükten sonra, Colter gibi 12 Eylül trenine dönmeye devam ediyoruz. Eğer o bombayı koyanları bulamazsak, koskoca bir hayatı tek bir günde, 12 Eylül’de yaşamaya devam edeceğiz sonsuza kadar.
Ama asıl kâbus, bu sonsuz kısırdöngü içine hapsedilmekten çok, bu sonsuz kısırdöngüyü kabullenen çoğunluğun çaresizliği. Yolcuların çoğu, az sonra patlayacak bombadan bile habersiz, gündelik kaygılarla meşgul daha çok. Sınır ötesi harekâtlar sürerken, NATO, Hükümet’le Füze Savunma Sistemi konusunda anlaşmış. İran karadan, Türkiye havadan saldırıya geçmiş, her gün ölüm haberleri geliyor içeriden, dışarıdan. Suriye’ye, İran’a savaş ihtimalleri konuşulurken, barış için yürüyenlere gaz bombalarıyla müdahale ediliyor ve henüz yazmadığı kitap yüzünden bir gazeteci cezaevindeyken ileri demokrasi nutukları dinliyoruz ülkeyi yönetenlerden. Sinop’ta köylerine termik santral yapılmasına karşı olan köylülere bile gaz bombasıyla müdahale edilebiliyor. Yani sadece şehirler değil, köyler de gaz bombalarının yaydığı sisin içerisinde. Her şeyin daha iyiye gittiğini yazan gazeteler okuyor trendeki yolcuların çoğu. Halbuki az sonra tren patlayacak ve hepimiz yeniden öleceğiz ve hiçbir şey olmamış gibi trendeki yerimizi alacak ve bir dahaki patlamaya kadar aynı şeyleri yapmaya devam edeceğiz. Çoğumuz televizyonlarda 12 Eylül’le ilgili belgeseller izleyecek, hep aynı kişilerin tekrarlamaktan usanmadığı tespitleri dinleyerek oturduğumuz koltukta gözlerimiz açık uyuya kalacağız.
Trendeki yolcular, okudukları o gazetelerin neye hizmet ettiğini, o gazeteleri koklayarak bile öğrenebilirler aslında. Koklayın gazeteleri, burnunuza sadece kâğıt ya da mürekkep kokusu değil, savaş kokusu da gelecek. Trenin içi bile buram buram savaş kokuyor. Ellerinize bakın, ama dikkatlice bakın, görünmeyen bir kanın ellerinizden sızdığını da görebilirsiniz belki. Çünkü savaşanlar, sadece üniformalı, eli silahlı kişiler değildir. Bir öğretmen de, işçi de, ev kadını da savaşır. Ve yaşanan her ölümden, o trenin içindeki herkesin bir sorumluluk payı vardır. Tıpkı Agatha Christie’nin "Doğu Ekspresinde Cinayet" adlı romanındaki gibi…
Bülent
Usta (Birgün gazetesi, 7 Eylül 2011)