İTAATSİZ MÜZAKERE
Posted: 10 Haziran 2012 Pazar by Jade in
0
Tatilden
döndükten sonra dünyaya geri dönmek kolay değil. Çünkü çoğunluk, dünyayı
kendi dünyasından ibaret sandığı için her yere sıkıntılı bir kargaşa
hâkimmiş gibi hissediyorum. Başka türlü olamayacağının da farkındayım elbette.
Hayatımız çatışmalar ve müzakerelerle geçip gidecek. Bu çatışmalar ve
müzakerelerin düzeyi ise, bizim için her zaman kaygı verici bir mesele oldu.
Düşmanımızı yenebilmek uğruna her şeyin mübah kabul edildiği, müzakerenin
aldatma, çatışmanın arkadan vurma anlamına geldiği bu anlayış, güçlü olanın
gücünü orantısız kullanmaktan çekinmemesi akıl dışı pek çok şeyin
normalleşmesiyle sonuçlandı.
İktidar partisi, bana kalırsa, muhafazakâr çizgisine ve elde ettiği güce uygun olarak yapılması gerekeni yaptı bugüne kadar. Ve hiç kuşkunuz olmasın, daha da fazlasını yapacak. Çünkü “Ergenekon Davası” süreci ne kadar sorunlu olursa olsun, ortaya çıkan darbe planları, iktidar partisinin iktidarda olmanın getirdiği paranoyaklığını fena halde arttırdığı ve kendi iktidarını daha sağlam temeller üzerine yerleştirme arzusunu güçlendirdiği, bu arzunun önündeki engellere karşı acımasız bir tutum takınmasını meşrulaştırdığına dair inancını pekiştirdiği bir gerçek. Bu orantısız güç kullanımına itiraz eden pek çok köşe yazarı, iktidarın zayıf karnına çalışarak, bir müzakere dili oluşturmaya çalışıyorlar: Şeriat korkusu yayılarak size karşı yapılan hukuksuzlukların benzerini, güç size geçince darbe ya da terör korkusu yayarak başkalarına yapmayın.
Ama bu müzakere dili, İsrail’e Yahudilere yönelik soykırımı hatırlatarak Filistin’e uygulanan baskıyı ve şiddeti engellemeye çalışmak kadar anlamsız. Çünkü İsrail, kendi varlığını, soykırıma uğrayanlara değil, soykırımdan kurtulanlara borçlu. Öncelikli görevi, soykırımdan kurtulanlara ve onların çocuklarına yönelik sorumluluğunu yerine getirmek. Yani tüm acımasızlıklarının geri planında, yaptığı her şeyi meşru kılan bir mağduriyet hissiyatı var. Tüm dünya, milyonlarca Yahudi’nin gaz odalarına götürülüşüne seyirci kalmıştı ve şimdi tüm dünya, Filistinlilere yapılan eziyete seyirci kalıyor.
Benzer bir müzakere dili, Kürt siyasal hareketine karşı da kullanılıyor: “Madem barış istiyorsunuz, öyleyse silahlarınızı bırakın. Şiddetin diliyle konuşarak barışı sağlayamazsınız.” Ama sivil siyaset yapanları, belediye başkanları da aralarında olmak üzere kelepçeleyip sıraya dizilmesine mızıldanmakla yetiniyorlar sadece. Milletvekili olmak bile, coptan ya da biber gazından kurtulmak için yeterli olamazken, Kürtleri silah bırakmaya ikna etmeye çalışmak pek akıl alır bir şey değil. Öyleyse bu dili kullanarak Kürtlere akıl verenlerin amacı ne? Gerçekten şiddeti mi sona erdirmek istiyorlar, yoksa karşı tarafın uyguladığı şiddetin meşruluğunu zayıflatarak müzakere için avantaj mı yaratmaya çalışıyorlar?
İsrail biliyor ki, güçlü bir Filistin onun varlığı için her zaman bir tehlike olacak. Çünkü Filistin’de, kendi mağduriyet hissiyatına tıpatıp benzeyen bir hissiyat yarattılar. Eğer bir zayıflık gösterirlerse, onlara yaptıkları şeylerin fazlasını yaşayacaklarından eminler. Yani ortada müzakereyle çözülecek bir mesele yok. Müzakere denilen şey, çözümsüzlüğün sürdürülmesine bir kılıf sadece… Çünkü ortada çatışmayla çözülecek bir mesele de yok. Hatta, İsrail de, Hamas da kendi siyasi varlıklarını sürdürmek için bu çözümsüzlüğe muhtaçlar bir bakıma. Kendi içlerindeki muhalefeti bu sayede bastırıp, yeni bir toplumsal kimlik inşa ediyorlar. Her iktidar, kendi varlığını meşru kılmak için mutlaka tehdit olarak görülen bir düşmana ihtiyaç duyar, daha önce şeriat korkusu yayarak iktidarlarını sürdürenlerin, bugün darbe korkusu yayılarak bertaraf edilmiş olması gibi…
Sorunun çözümü, sorunun temelinde yatıyor aslında: Kimlik… Bireysel kimlikler, ne zaman ki toplumsal kimliklerin önüne geçer, işte o zaman sonuca yönelik müzakereler de anlam kazanır. Yani devletlerin sahip olduğu güçler, sivil toplum örgütleri tarafından emildiği oranda, bireysel kimliklerin de önü açılacağı kesin. Müzakereler olması gerektiği gibi, devletler arasında değil, sivil toplum örgütleri aracılığıyla bireyler arasında gerçekleşmeli ki, kimse kendi mağduriyetinin arkasına gizlenip başkalarının mağduriyetini görmezlikten gelemesin.
SİVİL İTAATSİZLİKLER ÇAĞI
Yakınlarda “Cogito” dergisi, önemli bir dosya yayımladı: “Sivil İtaatsizlik.” Bir referans kaynağı olarak, oldukça önemli yazılar barındırıyor içinde. Türkiye’de de artık sık sık başvurulan “sivil itaatsizlik” eylemleri, bu çağın belki de en güçlü siyasi araçlarından birisi haline geldi. BDP’nin “sivil cuma namazı” eylemi, boykotlar, 1995’te aydınların yasaklanan “Düşünceye Özgürlük” kitabını 1080 kişinin ortak imzasıyla yayımlaması, Bergama köylülerinin direnişi, Susurluk kazasının ardından yüz binlerce kişinin katıldığı “sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemi, Cumartesi Anneleri’nin kararlı ve onurlu mücadelesi gibi pek çok etkili eylemden bahsetmek mümkün.
Bu çağı “sivil itaatsizlikler çağı” olarak tanımlayabiliriz. Arap Baharı, başarısını tamemen “sivil itaatsizlik” eylemlerine borçluydu. Bu başarı, muhalif tüm siyasi eylemliliklerin karakterini ve örgütlenişini kökten değiştirecek gibi gözüküyor. Sivil itaatsizlik eylemleri, çeşitliliğiyle, örgütlenişindeki yataylığı ve dinamik yapısıyla, devlet ya da devlet karakteri taşıyan örgütsel yapıların neredeyse tam tersi bir özelliğe sahip olduğu için, iktidar sahiplerinin en tedirgin olduğu eylemlilik biçimlerinden. Ama devletler, “sivil itaatsizlikler”in yaygınlaşmaması için önlem almayı da ihmal etmiyor. Mesela Ingiliz basınında yer alan haberlere göre İç İşleri Bakanı Theresa May, ilgili firmalarla görüşme yapıp, sosyal huzursuzlukların yaşandığı zamanlarda sosyal medyayı nasıl kontrol altına alınacağını planlıyormuş. Polisin ve şirketlerin insafına terk edilmiş, sadece alışveriş ve eğlence odaklı bir sosyal medya yaratmak, “sivil itaatsizlikler”in yaygınlaşmasını engellemenin tek yolu gibi gözüküyor. Ama yine “Cogito”da yer alan Aslı Tunç’un yazısını okuyunca, bunun pek kolay olmayacağını da söylemekte fayda var.
Bülent Usta (Birgün gazetesi, 17
Ağustos 2011)