BİZE HER GÜN KASIRGA
Posted: 11 Haziran 2012 Pazartesi by Jade in
0
Derinleşememek
önemli bir mesele. Bunu edebiyatımız için de, siyasetimiz için de
söyleyebiliriz rahatlıkla. Çağın yarattığı hız yanılsaması, sürekli bir şeylere
geç kalma endişesine sevk ediyor insanlığı. Bizimkisi ise endişeden çok bir
gerçek. Öyle fena geç kalmışız ki, sanatçılarımız ya da biliminsanlarımızla
değil de isyancılara direnen eli sopalı yurttaşlarımızla övünecek noktadayız.
Irene kasırgası yüzünden tir tir titreyen ve yaşadıkları yerleri terk eden
ABD’lilere inat, kasırgaya meydan okuyan yurttaşlarımızla övünen gazete
manşetlerini de görürüz yakında. New York polisi, alınan önlemlere uyulması
konusunda kendilerini en çok Türklerin uğraştırdığını, “bize bir şey olmaz”
diyerek yaşadıkları yeri terk etmediklerini açıklamış.
“Bize bir şey olmaz” sözüne, radyasyonlu çaydan AIDS’e kadar öyle çok olayda rastladık ki, bize gerçekten de bir şey olmayacağını kanıksar hale geldik. Bize bir şey olmaz. Çünkü bize o kadar çok şey olmuş ki, olsa da bir olmasa da… Mesela bu bayram, herkes biliyor ki çok sayıda trafik kazası yaşanacak ve bu kazalarda onlarca insanımız hayatını kaybedecek. Biliyoruz bunu. Bunu bile bile trafiğe çıkıyoruz. Çünkü trafiğe çıkmayı göze almaktan başka bir seçeneğimiz yok. Çünkü, daha iyi bir yaşam uğruna köylerden kentlere göç etmeye zorlanmışız ve bayramlar olmasa, geride bıraktığımız insanları görme şansımız yok. Ya da tatile çıkmak için, bizi bunaltan, ezen şehir hayatından azıcık da olsa uzaklaşmak için trafiğe çıkacağız ve şansımız yaver giderse sağ salim döneceğiz yuvamıza. Hayatımızla, geleceğimizle kumar oynamaya alışmışız, alışmaktan başka bir yol da bilmiyoruz henüz. Ama ölme ihtimalimizi biliyoruz. Devlet dahil, herkes biliyor. Gazetelerin manşetleri şimdiden hazır: “Bayram Dönüşü Trafik Yine Can Aldı!”
Mesela çatışma ve operasyon haberlerine ölüm haberlerinin eşlik edeceğini biliyoruz. Bunu herkes biliyor. Genel Kurmay, hava saldırılarında 160 kişinin öldürüldüğünü açıklıyor. Mehmet Baransu, bunu önceden biliyor. “Her gün 100 PKK’lı öldürülecek” diyor çok önceden. Bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebildiğine şaşırsak da, niçin söylediğini biliyoruz. Ardından ölen askerlerin haberleri düşüyor ajanslara. Havalanan savaş uçaklarının dağlara bomba yağdıracağını, başka yerlerde mayınların döşendiğini, sorunun askeri değil siyasi olduğunu biliyoruz. Operasyonları protesto ederken ölen Yıldırım Ayhan da biliyor. Daha fazla ölüm olmasın diye ölüyor Yıldırım Ayhan. ABD biliyor Irene kasırgasının yaklaştığını. Biliyor ve tüm ülke kafa kafaya verip bu kasırgadan en az zararla kurtulmak için önlemler alıyor. Bize her gün kasırga… Belki de bu yüzden, bu kadar boşvermişiz…
İstanbul’a şiddetli yağmur yağacak haberleri düşüyor ajanslara. Yağmur sözcüğünü duyar duymaz tüylerimiz diken diken oluyor. Neredeyse mahalle mahalle biliyoruz sele kapılacak yerleri. Derelere ev yapılmasına izin verilmiş çünkü. Oralara ev yapanları suçluyor belediye başkanı: “Size kim dedi derelere ev yapın diye.” Başını sokacak bir yer bulamamışsa o insanlar, dereye de, fay hattının üzerine de ev yapar. Malzemeden çalan müteahhit kadar onu denetlemeyen, sadece rant ve oy hesabına göre planlamalar yapanlar da suçlu değil mi? Biliyoruz bunu. Onlar da biliyor.
Biz ne depremler, ne katliamlar, ne darbeler görmüş insanlarız. Bize bir şey olmaz. Elin gavuru gibi dirençsiz değiliz. Daha onlarca deprem, onlarca darbe atlatacak güç var bizde. Doğal ve sosyal her tür felakete dirençli bir yapımız olduğu için ne kadar övünsek az. Ya dirençli olmasaydık? Dirençli olmayıp, bizi dirençli olmaya zorlayanlardan hesap sormaya kalkışsaydık? Bizi karın tokluğuna çalıştırarak, evlatlarımızı çözümsüzlüğe terk edilmiş siyasi meseleler yüzünden ölüme yollayarak, oy ya da rant uğruna deprem ya da sel gibi her tür doğal felaketle, eşitsizlikler ve adaletsizliklerle yaşamamızı kolaylaştıran direnci bize bağışlayan muktedirlere ne kadar teşekkür etsek az.
12 Eylül’le ilgili romanlar ve anılar okuyorum bugünlerde. Birbiri ardına yeni kitaplar yayımlanıyor 12 Eylül’le ilgili. Okuduğum her kitap, sadece okuyor olduğum halde bende ciddi travmalara neden oluyorsa, yaşayanlara kim bilir neler yapmıştır diye düşünmeden edemiyorum. Hatta kendi 12 Eylül’le ilgili travmalarımı da anımsıyorum bu vesileyle. 80’lerin gerçeğiyle yüzleşiyoruz yüzleşmesine, peki ya henüz yeterince yazılıp çizilmemiş, hesaplaşılmamış 90’lar? Asit kuyuları, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, akıl almaz işkencelerle dolu yakın tarihimizin bıraktığı izler… Bireysel ve toplumsal açıdan travmaya mahkûm edilişimizin sonuçlarıyla dolu hayatımız. Bu topraklarda yaşayan herkes, görünen ya da görünmeyen yaralarıyla var olduğu için, edebiyatımız ve sanatımız bir tür sağaltım işlevi de görüyor. Nasıl Avrupa edebiyatı ve sanatı, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı travmayı sağaltmak için binlerce yapıt üretmişse bugüne kadar, bizim II. Dünya Savaşı’mız da 12 Eylül... II. Dünya Savaşı mağduru bir Avrupalının Hitler’e bakışıyla, 12 Eylül mağduru birisinin Kenan Evren’e bakışı arasında inanılmaz bir benzerlik var. Ama o Avrupalıyla aramızda önemli bir fark da var: Hitler yaşamıyor ve komutanlarının büyük bir kısmı yargılanıp mahkûm edilmiş. Bizde ise 12 Eylül tüm kurum ve kuruluşlarıyla hâlâ ayakta ve ruhu yaşamaya devam ediyor. Eğer her tür haksızlığa ve ölüme karşı direncimiz bu denli yüksekse, bunu 12 Eylül’ün ruhuna ve o ruhu koruyup kollayanlara borçlu olduğumuzu kabul etmemiz gerek.
Irene kasırgasını evinde karşılayacak olan Türklerin neden uyarılara kulak asmadığını, işte bu yüzden anlayamaz New York polisi.
“Bize bir şey olmaz” sözüne, radyasyonlu çaydan AIDS’e kadar öyle çok olayda rastladık ki, bize gerçekten de bir şey olmayacağını kanıksar hale geldik. Bize bir şey olmaz. Çünkü bize o kadar çok şey olmuş ki, olsa da bir olmasa da… Mesela bu bayram, herkes biliyor ki çok sayıda trafik kazası yaşanacak ve bu kazalarda onlarca insanımız hayatını kaybedecek. Biliyoruz bunu. Bunu bile bile trafiğe çıkıyoruz. Çünkü trafiğe çıkmayı göze almaktan başka bir seçeneğimiz yok. Çünkü, daha iyi bir yaşam uğruna köylerden kentlere göç etmeye zorlanmışız ve bayramlar olmasa, geride bıraktığımız insanları görme şansımız yok. Ya da tatile çıkmak için, bizi bunaltan, ezen şehir hayatından azıcık da olsa uzaklaşmak için trafiğe çıkacağız ve şansımız yaver giderse sağ salim döneceğiz yuvamıza. Hayatımızla, geleceğimizle kumar oynamaya alışmışız, alışmaktan başka bir yol da bilmiyoruz henüz. Ama ölme ihtimalimizi biliyoruz. Devlet dahil, herkes biliyor. Gazetelerin manşetleri şimdiden hazır: “Bayram Dönüşü Trafik Yine Can Aldı!”
Mesela çatışma ve operasyon haberlerine ölüm haberlerinin eşlik edeceğini biliyoruz. Bunu herkes biliyor. Genel Kurmay, hava saldırılarında 160 kişinin öldürüldüğünü açıklıyor. Mehmet Baransu, bunu önceden biliyor. “Her gün 100 PKK’lı öldürülecek” diyor çok önceden. Bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebildiğine şaşırsak da, niçin söylediğini biliyoruz. Ardından ölen askerlerin haberleri düşüyor ajanslara. Havalanan savaş uçaklarının dağlara bomba yağdıracağını, başka yerlerde mayınların döşendiğini, sorunun askeri değil siyasi olduğunu biliyoruz. Operasyonları protesto ederken ölen Yıldırım Ayhan da biliyor. Daha fazla ölüm olmasın diye ölüyor Yıldırım Ayhan. ABD biliyor Irene kasırgasının yaklaştığını. Biliyor ve tüm ülke kafa kafaya verip bu kasırgadan en az zararla kurtulmak için önlemler alıyor. Bize her gün kasırga… Belki de bu yüzden, bu kadar boşvermişiz…
İstanbul’a şiddetli yağmur yağacak haberleri düşüyor ajanslara. Yağmur sözcüğünü duyar duymaz tüylerimiz diken diken oluyor. Neredeyse mahalle mahalle biliyoruz sele kapılacak yerleri. Derelere ev yapılmasına izin verilmiş çünkü. Oralara ev yapanları suçluyor belediye başkanı: “Size kim dedi derelere ev yapın diye.” Başını sokacak bir yer bulamamışsa o insanlar, dereye de, fay hattının üzerine de ev yapar. Malzemeden çalan müteahhit kadar onu denetlemeyen, sadece rant ve oy hesabına göre planlamalar yapanlar da suçlu değil mi? Biliyoruz bunu. Onlar da biliyor.
Biz ne depremler, ne katliamlar, ne darbeler görmüş insanlarız. Bize bir şey olmaz. Elin gavuru gibi dirençsiz değiliz. Daha onlarca deprem, onlarca darbe atlatacak güç var bizde. Doğal ve sosyal her tür felakete dirençli bir yapımız olduğu için ne kadar övünsek az. Ya dirençli olmasaydık? Dirençli olmayıp, bizi dirençli olmaya zorlayanlardan hesap sormaya kalkışsaydık? Bizi karın tokluğuna çalıştırarak, evlatlarımızı çözümsüzlüğe terk edilmiş siyasi meseleler yüzünden ölüme yollayarak, oy ya da rant uğruna deprem ya da sel gibi her tür doğal felaketle, eşitsizlikler ve adaletsizliklerle yaşamamızı kolaylaştıran direnci bize bağışlayan muktedirlere ne kadar teşekkür etsek az.
12 Eylül’le ilgili romanlar ve anılar okuyorum bugünlerde. Birbiri ardına yeni kitaplar yayımlanıyor 12 Eylül’le ilgili. Okuduğum her kitap, sadece okuyor olduğum halde bende ciddi travmalara neden oluyorsa, yaşayanlara kim bilir neler yapmıştır diye düşünmeden edemiyorum. Hatta kendi 12 Eylül’le ilgili travmalarımı da anımsıyorum bu vesileyle. 80’lerin gerçeğiyle yüzleşiyoruz yüzleşmesine, peki ya henüz yeterince yazılıp çizilmemiş, hesaplaşılmamış 90’lar? Asit kuyuları, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, akıl almaz işkencelerle dolu yakın tarihimizin bıraktığı izler… Bireysel ve toplumsal açıdan travmaya mahkûm edilişimizin sonuçlarıyla dolu hayatımız. Bu topraklarda yaşayan herkes, görünen ya da görünmeyen yaralarıyla var olduğu için, edebiyatımız ve sanatımız bir tür sağaltım işlevi de görüyor. Nasıl Avrupa edebiyatı ve sanatı, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı travmayı sağaltmak için binlerce yapıt üretmişse bugüne kadar, bizim II. Dünya Savaşı’mız da 12 Eylül... II. Dünya Savaşı mağduru bir Avrupalının Hitler’e bakışıyla, 12 Eylül mağduru birisinin Kenan Evren’e bakışı arasında inanılmaz bir benzerlik var. Ama o Avrupalıyla aramızda önemli bir fark da var: Hitler yaşamıyor ve komutanlarının büyük bir kısmı yargılanıp mahkûm edilmiş. Bizde ise 12 Eylül tüm kurum ve kuruluşlarıyla hâlâ ayakta ve ruhu yaşamaya devam ediyor. Eğer her tür haksızlığa ve ölüme karşı direncimiz bu denli yüksekse, bunu 12 Eylül’ün ruhuna ve o ruhu koruyup kollayanlara borçlu olduğumuzu kabul etmemiz gerek.
Irene kasırgasını evinde karşılayacak olan Türklerin neden uyarılara kulak asmadığını, işte bu yüzden anlayamaz New York polisi.
Bülent Usta
(Birgün gazetesi, 31 Ağustos 2011)