BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
Posted: 14 Haziran 2012 Perşembe by Jade in
0
Paul
Celan, 1958’de Ingeborg Bachmann’a yazdığı mektuba şöyle başlar: “Huzursuz
zamanlar, Ingeborg. Huzursuz, tekinsiz zamanlar. Nasıl başka türlü olabilirdi
ki zaten: Çoktan gelmişti bile.”
Uludere katliamını düşünürken, nedense beynimin içinde Celan’ın bu sözleri çınlayıp durdu. Çoktan gelmişti bu katliam, çoktan, onlarca yıl önce atılmış o bombalar, ancak şimdi düşmüştü o köylülerin üzerine. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten. Daha düşeceği zamanı gelmemiş ne çok bomba var gökyüzünde bir bilseniz. Daha ne çok mermi var namludan çıkacağı zamanı bekleyen…
Aslında ne zaman hepimiz Uludereli olduğumuzu anlar ve 12 yaşında bir çocuğun mazot katırlarının peşinde dağlarda neden gezdiğini kendimize sorar ve elli lira için canını tehlikeye atan insanların üzerinden geçen yüz binlerce dolar değerindeki uçakları ve o uçakların attığı pahalı bombaların ölümcül varlığını yüreğimizde hissedersek, işte belki o zaman, bütün düşmemiş bombaları havada infilak ettirmenin olanakları üzerinde kafa yormaya başlarız. Ama şimdi sadece gürültülü bir sessizliğin içinde katliamları ve bu katliamlarda ölenlerin gölgelerini izliyoruz.
Edebiyat ve sanat, henüz patlamamış bombaların varlığını tespit etmemiz için algılarımızı açacak çarelerin yeri olmalıyken, bireysel özgürlüklerin aşındırıldığı bu siyasi iklime uyum sağlama aracına dönüştürülmek isteniyor. Ama siz boş verin edebiyatı ve sanatı... Militarizmin santim santim işgal ettiği bu topraklarda, mümkün olan edebiyat ve sanat, sadece hülyalara dalma işine yarar. Bir doz daha alır ve kapatırsınız gözlerinizi. Havadaki henüz patlamamış bombalar, henüz yazılmamış kitapların ağırlığıyla düşerlerken üzerinize, gördüğünüz şeyi bir havai fişek gösterisi bile sanabilirsiniz. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten.
Yoksul bırakılmış zorlu bir coğrafyada yaşıyoruz. Yoksul ve eğitimsiz... Devlet, ulusunu eğitme projesini bile yeterince gerçekleştirememiş, yani modernleşememiş, yani projeleri hep yarım yamalak kalmış, her şeyi yarım yamalak yaptığı için hırçınlaşmış, hırçınlaştıkça kendi ulusunu düşmanı olarak görüp korkmuş hep ondan. Çünkü daha baştan hatalıymış, aceleye getirilmiş bu modernleşme projeleri, modern katliam düzeneklerine dönüşmüş zamanla, çaresiz kalmış...
Uludere katliamı, yaşanılan bu büyük çaresizliğin bir sonucundan başka bir şey değil. İliklerimize kadar işlemiş militarizm belası, katliamlar tarihinin sonunu getirmeyecek hiçbir zaman. Çünkü çoktan gelmiş olanı engelleyemezsiniz... Uludere katliamı bile, insanların vicdanlarını sarsamıyorsa yeterince, mazeretler ve açıklamalarla bulanıklaştırılıyorsa ölülere ait gölgeler, bilin ki bu yaşananlar, daha büyük acıların provasından başka bir şey değil.
Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”nda, “soğuk bir el boğazımı sıkıyor, hayatı solumamı engelliyor. içimdeki her şey ölüyor –hatta düş kurabildiğime olan güvenim bile!” diye yazmıştı.
İlla yüz binlerce dolarlık uçaklardan atılan bombalarla ölmem gerekmiyor militarizmin o soğuk elini boğazımda hissedebilmem için. Bu yazıyı yazarken, o soğuk el, boğazımı azar azar sıkıyor sanki ve nefes alamayıp kendi içime kıvrılırken, okulların, fabrikaların, geçit törenlerinin içinde kaybolduğumu hissediyorum. Nasıl da titizce hesaplanmış her şey, tüm sınırlar, kurallar, ezberletilen sözcükler ve uçakların bombalarını bırakacağı koordinatlar...
Bana acı gelen şey, Uludere’de olduğu gibi yaşanan her katliamın, sadece insanları değil düşleri de öldürüyor oluşu... Düşlerin öldürülmesinden daha fena bir sessizlik olmasa gerek. Ve Uludere’de yaşananlardan sonra, daha bir sessiz her şey...
Yazı masamın başında oturmuş, boynumdaki soğuk elin varlığını hissederek pencereden sokağa bakıyorum. Boynumdaki el, ben hayal kurdukça sıkıyor boğazımı azar azar. Pessoa’nın “büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgidir” diye yazmıştı. Karşımda iki seçenek duruyor bu durumda: Ya büyük hayaller kurup o hayallere inanacak ve boğazımı sıkacak o el ile ölümüne mücadele edeceğim, ya da basit bir hayalperest olarak kurduğum hayallere sığınıp o soğuk elin varlığını unutacağım...
Siz hangisini tercih edersiniz bilmiyorum ama, büyük hayallere daha çok inanasım geliyor tanık olduğum her katliamdan sonra. Ve boynumdaki o soğuk elin, düşlerimi öldürmek için çaresizce çırpınıp durduğunu hissediyorum. Büyük çaresizliğimizle besleniyor büyük hayallerimiz...
Uludere katliamını düşünürken, nedense beynimin içinde Celan’ın bu sözleri çınlayıp durdu. Çoktan gelmişti bu katliam, çoktan, onlarca yıl önce atılmış o bombalar, ancak şimdi düşmüştü o köylülerin üzerine. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten. Daha düşeceği zamanı gelmemiş ne çok bomba var gökyüzünde bir bilseniz. Daha ne çok mermi var namludan çıkacağı zamanı bekleyen…
Aslında ne zaman hepimiz Uludereli olduğumuzu anlar ve 12 yaşında bir çocuğun mazot katırlarının peşinde dağlarda neden gezdiğini kendimize sorar ve elli lira için canını tehlikeye atan insanların üzerinden geçen yüz binlerce dolar değerindeki uçakları ve o uçakların attığı pahalı bombaların ölümcül varlığını yüreğimizde hissedersek, işte belki o zaman, bütün düşmemiş bombaları havada infilak ettirmenin olanakları üzerinde kafa yormaya başlarız. Ama şimdi sadece gürültülü bir sessizliğin içinde katliamları ve bu katliamlarda ölenlerin gölgelerini izliyoruz.
Edebiyat ve sanat, henüz patlamamış bombaların varlığını tespit etmemiz için algılarımızı açacak çarelerin yeri olmalıyken, bireysel özgürlüklerin aşındırıldığı bu siyasi iklime uyum sağlama aracına dönüştürülmek isteniyor. Ama siz boş verin edebiyatı ve sanatı... Militarizmin santim santim işgal ettiği bu topraklarda, mümkün olan edebiyat ve sanat, sadece hülyalara dalma işine yarar. Bir doz daha alır ve kapatırsınız gözlerinizi. Havadaki henüz patlamamış bombalar, henüz yazılmamış kitapların ağırlığıyla düşerlerken üzerinize, gördüğünüz şeyi bir havai fişek gösterisi bile sanabilirsiniz. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten.
Yoksul bırakılmış zorlu bir coğrafyada yaşıyoruz. Yoksul ve eğitimsiz... Devlet, ulusunu eğitme projesini bile yeterince gerçekleştirememiş, yani modernleşememiş, yani projeleri hep yarım yamalak kalmış, her şeyi yarım yamalak yaptığı için hırçınlaşmış, hırçınlaştıkça kendi ulusunu düşmanı olarak görüp korkmuş hep ondan. Çünkü daha baştan hatalıymış, aceleye getirilmiş bu modernleşme projeleri, modern katliam düzeneklerine dönüşmüş zamanla, çaresiz kalmış...
Uludere katliamı, yaşanılan bu büyük çaresizliğin bir sonucundan başka bir şey değil. İliklerimize kadar işlemiş militarizm belası, katliamlar tarihinin sonunu getirmeyecek hiçbir zaman. Çünkü çoktan gelmiş olanı engelleyemezsiniz... Uludere katliamı bile, insanların vicdanlarını sarsamıyorsa yeterince, mazeretler ve açıklamalarla bulanıklaştırılıyorsa ölülere ait gölgeler, bilin ki bu yaşananlar, daha büyük acıların provasından başka bir şey değil.
Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”nda, “soğuk bir el boğazımı sıkıyor, hayatı solumamı engelliyor. içimdeki her şey ölüyor –hatta düş kurabildiğime olan güvenim bile!” diye yazmıştı.
İlla yüz binlerce dolarlık uçaklardan atılan bombalarla ölmem gerekmiyor militarizmin o soğuk elini boğazımda hissedebilmem için. Bu yazıyı yazarken, o soğuk el, boğazımı azar azar sıkıyor sanki ve nefes alamayıp kendi içime kıvrılırken, okulların, fabrikaların, geçit törenlerinin içinde kaybolduğumu hissediyorum. Nasıl da titizce hesaplanmış her şey, tüm sınırlar, kurallar, ezberletilen sözcükler ve uçakların bombalarını bırakacağı koordinatlar...
Bana acı gelen şey, Uludere’de olduğu gibi yaşanan her katliamın, sadece insanları değil düşleri de öldürüyor oluşu... Düşlerin öldürülmesinden daha fena bir sessizlik olmasa gerek. Ve Uludere’de yaşananlardan sonra, daha bir sessiz her şey...
Yazı masamın başında oturmuş, boynumdaki soğuk elin varlığını hissederek pencereden sokağa bakıyorum. Boynumdaki el, ben hayal kurdukça sıkıyor boğazımı azar azar. Pessoa’nın “büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgidir” diye yazmıştı. Karşımda iki seçenek duruyor bu durumda: Ya büyük hayaller kurup o hayallere inanacak ve boğazımı sıkacak o el ile ölümüne mücadele edeceğim, ya da basit bir hayalperest olarak kurduğum hayallere sığınıp o soğuk elin varlığını unutacağım...
Siz hangisini tercih edersiniz bilmiyorum ama, büyük hayallere daha çok inanasım geliyor tanık olduğum her katliamdan sonra. Ve boynumdaki o soğuk elin, düşlerimi öldürmek için çaresizce çırpınıp durduğunu hissediyorum. Büyük çaresizliğimizle besleniyor büyük hayallerimiz...
Bülent Usta
(Birgün gazetesi, 4 Ocak 2012)