AH!
Posted: 10 Haziran 2012 Pazar by Jade in
0
Bir
gerillaydım, belki bir asker. Dağlardaydım, pusuya düşecek ya da pusu
kuracaktım. Mayına basacak ya da döşerken elimde patlayacaktı. Dünyada kimse
tamamen yalnız değildir. Mutlaka herkesi bekleyen biri ya da birileri vardır.
Benim de bekleyenlerim var. İnsan bu dağlarda yanında taşıdığı şeylerle ve
bekleyenleriyle vardır, çünkü taşıdığı şeyler ve bekleyenleriyle birbirinden
ayrılır herkes. Yoksa bu asker ya da gerilla üniforması içinde hepimiz
aynıyızdır. Hepimiz ne kadar sert ve umursamaz görünürsek görünelim ölümden
korkarız mesela. Kimimiz dalga geçer bu korkuyla, değersizleştirerek yenebilmek
için; kimimiz ciddiye alır bozar kafayı, çünkü çok gencizdir ve yaşayacak uzun
bir ömür vardır önümüzde. Cesaret ya da kahramanlık değil kaçmamızı engelleyen.
Korkak olmaktan, öyle bilinmekten korktuğumuz için yerimizden kıpırdayamıyoruz
daha çok. Yasalardan, ailemizin ya da arkadaşlarımızın saygısını yitirmekten
korktuğumuz için, bize söylenen her tür yalana inanmaya hazırızdır. Ama her tür
yalan, yanımızdaki arkadaşımız bir daha yanımızda olmadığı zaman, aslında onun
hiçbir yerde olmadığını anladığımız zaman, başka bir yalana kendimizi
inandırana kadar geçerliliğini kaybeder.
Bana Vietnam Savaşı’nda olduğum söylendi. Vietnam’da olup olmadığımdan emin değilim. Belki Afganistan’dayım, belki Afrika’da ya da merminin ekmekten daha kolay bulunabildiği ve bu yüzden insan hayatının değersizleştirildiği herhangi bir coğrafyada, simgelerin gizlediği bir takım çıkarlar ve hayatım üzerine yapılan pazarlıklar uğruna savaşmaktayım. Belki bir Amerikalıyım, belki Arap, belki Yahudi, Türk ya da Kürt, ne fark eder, bizi birbirimizden ayıran şeyler, birleştiren şeylerden daha az olsa da... Sanki bir siyahın, Japonun, Kızılderilinin kanı kan, canı can değilmiş gibi…
Tim O’Brien’ın “Taşıdıkları Şeyler” adlı romanını okuyorum gizlice siperde. Aslında kitap okunmasına izin verilmez pek. Ölüme giden birisinin en son yapacağı şey, düşünmek ve hatırlamak olmalı. Düşünür ve hatırlarsan, ölmek ve öldürmek zorlaşır. Hatta yaşamak da zorlaşır, ölümün sıradanlaştığı, alınıp verildiği bir ortamda.
Önceleri gazete okurdum. Ama gazetelerin çoğunda, öylesine bir savaş kışkırtıcılığı yapılıyor ki, sanki ne kadar çok insan ölürse o kadar çok tirajları artıyormuş, savaş yanlısı politikacılarla yan yana gelerek ölümlerle karınlarını doyuruyorlarmış gibi. Silah ve ilaç firmaları savaş için birlikte nasıl çalışıyorlarsa, savaş yanlısı politikacılar ve gazetecilerin de ekmek tekneleri aynı.
Tim O’Brien, geceleri uyku tutmadığında, eğer savaştan kaçarsa onu suçlayacak olan tüm tanıdıklarıyla bir tartışmaya giriyormuş kafasının içinde. Yazdığı romanda onlara şöyle seslendiğini okudum: “Her şeye körü körüne, düşünmeden teslim olmalarından ne kadar tiksindiğimi haykırıyordum onlara; aptal milliyetçiliklerinden, gurur duydukları cehaletlerinden, ya-sev-ya-terk-et palavralarından, beni anlamadıkları bir savaşa göndermelerinden. Onları sorumlu tutuyordum. Hepsini –kişisel ve ferdi olarak- polyester Kiwanis üyesi oğlanları, tüccarları ve çiftçileri, yobaz kilise müdavimlerini, geveze iş kadınlarını, Lion Kulübünü, Savaş Gazileri Derneği’ni ve kasaba kulübünün saygın ve seçkin üyelerini. Bao Dai’yi aydaki adamdan ayırt edemezlerdi. Tarih bilmezlerdi. (…) komünistleri durdurma savaşıydı bu, o kadar basit ve sarihti, ki onlar da her şeyi öyle severlerdi. Ve basit ve sarih bir nedenden ötürü öldürmekte ya da ölmekte tereddüt edersen vatan haini ödleğin tekiydin.”
Tim O’Brien, Vietnam’da savaşmış. Benim de Vietnam’da olduğumu söylüyorlar, ama ben bugüne kadar hiç Vietnamlı birisini görmedim. Dünyanın herhangi bir yerindeki savaş alanlarına benziyor bulunduğum yer. Her yer olabilir, hiçbir yerde. Belki öldüğümün farkında değilim. Bazen geceleri karanlığın içine uyanınca tereddüt yaşarız burada, yaşayıp yaşamadığımıza dair. Ölüm bazen öyle hızlı gelir ki, öldüğünü bile anlayamayabilirsin. Oranı buranı yoklar, vücudunda eksik bir parça olup olmadığını anlamaya çalışır bir çimdik atarsın kendine. İşte öyle bir tereddüt içindeyim. Mesela geçen gece, göğsümde taşıdığım fotoğraftaki kadına bakarak ağlamak istedim. Bir askerde görmüştüm bunu. Saatlerce bir fotoğrafa bakıp ağlamıştı. Bense, fotoğraftaki kadına bakarak önceki hayatımın neye benzediğini hatırlamaya çalıştım bütün gece. Daha fotoğraftaki kadının adını bile hatırlayamazken, yaptığım şey anlamsız bir çabaydı. O kadının benim için çok özel ve önemli olduğunun farkındayım elbette, ama adı aklıma gelmiyor bir türlü. Belki de hatırlamak istemiyorumdur. Hatırlayacağım şey sadece adı olmayacağı içindir belki de unutkanlıkta ısrar edişim. O zaman ölüm daha bir gerçek olmaz mı benim için? Savaşın içine doğmuş ve bütün hayatı savaş olmuş birisi olarak ölmek daha kolay değil mi?
Biliyorum, canınızı sıktım, savaşın kahramanlık hikâyelerinden ibaret olmadığını anlatarak. Aptal milliyetçiler, yobaz dindarlar, paragöz kapitalistler ve derin devletlerin kutsallığa batırılmış kirli savaşlarında ölen ya da ölecek olan milyonlarca umursamadığınız insandan birisi olarak, canınızı sıkmaya elbette hakkım yok. Sizden basit ve sarih düşünmeyi bir an olsun bırakıp, savaşın nedenleri ve sonuçları üzerine savaş çığırtkanlarının fikirleriyle dolu beyninizle değil, yüreğinizle düşünmenizi istiyorum sadece: İnsanlık tarihini kana bulayan savaşlar, en çok kimlerin işine yaradı?
Tim O’Brien’ın yazdığı gibi, “derindeki anlamı çözmeden bütünü anlayamazsın. Ve sonunda, aslında, gerçek bir savaş hikâyesi için söylenecek pek bir şey yoktur, bir “Ah” ünlemi dışında.
Bülent Usta
(Birgün gazetesi, 24 Ağustos 2011)