KAYIP JETON-1
Posted: 14 Haziran 2012 Perşembe by Jade in
0
Artık,
kendim dahil her şeyi unutur oldum. Kendini unutmak derken, bir otobüs ya da
tren yolculuğu sırasında, inilmesi gereken durak ya da istasyonda inmemek gibi
şeylerden bahsediyorum. Hatta nereden gelip nereye gittiğini bile unutmaktan.
Yanımdan eksik etmediğim bir defterim var. Yüzüncü ya da bininci küçük defter olarak yaşadığım anların izleriyle dolu olan defter, neredeyse hafızamın yerini almış durumda.
Unuttuğum ilk şeylerden birisi çocukluğum olmuştu. Kötü bir çocukluk geçirmiş ve anımsamak istemediğim için mi unutmuştum o günleri, yoksa tam tersi nedenlerle, büyürken yaşadığım şeyler mi çocukluğumu yitirmeme neden olmuştu, hiç bilmiyorum.
Sanırım anımsamak bana hep hüzünlü geldiği için unutur oldum her şeyi. İster güzel şeyleri, ister kötü şeyleri anımsayın, içiniz mutlaka burkulur az ya da çok. Çünkü geçip gitmiş bir şeyin arkasından bakıyorsunuzdur ve baktığınız şeyin sadece arkasını gördüğünüz için, gördüğünüz şeyden de hiçbir zaman emin olamıyorsunuz.
Ama mesele, bu kadar basit olmamalı. Daha derinlerde bir şeyleri gizlediğimden eminim. Üstelik bu unutma halinin, sadece benimle sınırlı olmadığını da biliyorum. Mesela kaç kişinin aklına, jetonlu telefon kulübeleri geliyor cep telefonuyla konuşurken. Geçenlerde giysi dolabımın içinde rastladığım eski bir ceketimin cebinde bir telefon jetonu bulana kadar, benim de aklıma gelmiyordu. Nasıl Proust madlen kurabiyesinin kokusuyla geçmişe doğru bir yolculuğa çıktıysa, benim için de o telefon jetonu, geçmişin turnikelerini açıvermişti bir anda. 90’ların o yanık insan etiyle tütsülenmiş korkunç görüntüsü belirdi gözümün önünde. Yanık insan eti kokusu, muhtemelen 2 Temmuz Sivas Katliamı’ndan ya da 19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonları’ndan geliyordu. Dünyanın şekli hızla değişirken, faili meçhul cinayetler ve insan hakları ihlalleri gündelik hayatın bir parçasına dönüşmüştü. Beyaz Renault otomobilleri anımsıyordum o günlere dair, telsiz sesleriyle birlikte...
Telefon jetonunu elimden düşürünce, geçmişle bağlantım bir anda kesildi. Sihirli bir jeton olmalıydı bu. Daha önce de büyülü nesnelerle karşılaşmış olduğum için, çok şaşırmamıştım. Ama tuhaf bir merak içimi kemirip duruyordu. Ya bu jetonla daha fazlası yapılabiliyorsa?.. Sanki jetonlu bir telefon kulübesi bulursam, bu kayıp jeton aracılığıyla yaşamın sırrına ulaşacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Saçma bir şey olduğunun farkındayım. Ancak bir çocuk böyle şeylere inanır. Aslında bir çocuk da inanmaz böyle şeylere. Sadece inanır gibi yaptığı bir oyun olabilir onun için. Hele günümüz çocukları, o kadar az şeye inanıyorlar ki... Ama bir kere kafama takılmıştı bu mesele ve jetonlu telefon kulübesine gidip o jetonu kullanmazsam bir daha rahat bir uyku uyuyamayacağımı biliyordum.
Sizin karşınıza hiç çıktı mı bilmiyorum ama, hayatta kimsenin önemsemediği şeyleri bilen insanlar vardır. Mesela birlikte balık tutuyorsanız, misinanın nasıl yapıldığını, ilk insanların nasıl balık avladığını ve balıkların rüya görüp görmediği gibi pek çok mesele üzerine ansiklopedik bilgilerle dönersiniz o balıktan. Bazen onların gevezeliği sizi bunaltabilir, bazen de anlattığı şeylerin ilginçliği karşısında, az sonra unutacağınızı bile bile onu can kulağıyla dinleyebilirsiniz. İşte benim öyle bir dostum var. Kendisinden en son dikiş makinelerinin tarihini dinlediğim bu arkadaşı arayıp, jetonlu telefon kulübesi bulup bulamayacağını sordum. İnanmazsınız, buldu hemen. İstanbul’un kenar mahallelerinden birisinde, bir çöplükteydi telefon kulübesi. Telefon kulübesinin oraya nasıl geldiğini ve hurdacıların onu nasıl orada bıraktığını ya da “her şeyi bilen dostum”un onun orada olduğunu nasıl olup da bildiğini merak etmekle kaybedecek vaktim yoktu. Hemen bir otobüse atlayıp “her şeyi bilen dostum”la buluşup, bahsettiği çöplüğe gittim. Gerçekten de jetonlu bir telefon kulübesi, yana kaykılmış bir halde çöplüğün kenarında duruyordu. Çöplüğün martılarından bazıları telefon kulübesinin üzerine konmuş, sanki beni bekliyorlarmış gibi bakışıyorlardı. Kulübenin için girip ahizeyi elime aldım ve avucumun içinde sakladığım jetonu, jeton yerine bıraktım. Çalışmasının mümkün olmadığını “her şeyi bilen dostum” yineleyip duruyordu dışarıda. Hatta benimle dalga geçiyordu. Ama olan oldu ve jetonun düşmesiyle birlikte bir “bip” sesi duydum ve telefon numarası tuşlamamış olmama rağmen telefon çalmaya başladı. Neredeyse heyecandan yüreğim ağzıma gelecekti. Uzun uzun çaldı telefon ya da yaşadığım heyecan yüzünden bana çok uzun geldi. Telefon nihayet açıldı. Ve yine uzun bir sessizlik başladı açıldıktan sonra telefon. Nihayet karşıdan bir ses geldi: “Buyrun, kimi aramıştınız?” Böyle bir anda aklınıza kim gelir? Kimi arıyordum gerçekten? O kayıp jetonla kimi aramak istemiş olabilirdim? Adımı söyleyebildim sadece o an. Sanki karşı taraftaki sesin beni tanıyacağını ümit ederek. “Dalga geçiyor olmalısınız” dedi telefondaki ses, “Bülent Usta benim. Beni mi aramıştınız?” “Evet” diyebildim sadece, şaşkınlıktan. “Nereden arıyorsunuz” diye sordu bu defa. Kulübenin dışında bekleyen “her şeyi bilen dostuma” baktım. Neler olduğunu anlayabilmiş değildim. “Sana tuhaf gelecek” dedim, “aslında başka bir zamandan arıyorum seni.” Karşı taraftaki ses önce güldü, ama o da kuşkulanmıştı bu durumdan. “Evet” dedi şüpheli bir ses tonuyla, konuşmama devam etmemi ister gibi sustu sonra. Ben de konuşmaya başladım...
Yanımdan eksik etmediğim bir defterim var. Yüzüncü ya da bininci küçük defter olarak yaşadığım anların izleriyle dolu olan defter, neredeyse hafızamın yerini almış durumda.
Unuttuğum ilk şeylerden birisi çocukluğum olmuştu. Kötü bir çocukluk geçirmiş ve anımsamak istemediğim için mi unutmuştum o günleri, yoksa tam tersi nedenlerle, büyürken yaşadığım şeyler mi çocukluğumu yitirmeme neden olmuştu, hiç bilmiyorum.
Sanırım anımsamak bana hep hüzünlü geldiği için unutur oldum her şeyi. İster güzel şeyleri, ister kötü şeyleri anımsayın, içiniz mutlaka burkulur az ya da çok. Çünkü geçip gitmiş bir şeyin arkasından bakıyorsunuzdur ve baktığınız şeyin sadece arkasını gördüğünüz için, gördüğünüz şeyden de hiçbir zaman emin olamıyorsunuz.
Ama mesele, bu kadar basit olmamalı. Daha derinlerde bir şeyleri gizlediğimden eminim. Üstelik bu unutma halinin, sadece benimle sınırlı olmadığını da biliyorum. Mesela kaç kişinin aklına, jetonlu telefon kulübeleri geliyor cep telefonuyla konuşurken. Geçenlerde giysi dolabımın içinde rastladığım eski bir ceketimin cebinde bir telefon jetonu bulana kadar, benim de aklıma gelmiyordu. Nasıl Proust madlen kurabiyesinin kokusuyla geçmişe doğru bir yolculuğa çıktıysa, benim için de o telefon jetonu, geçmişin turnikelerini açıvermişti bir anda. 90’ların o yanık insan etiyle tütsülenmiş korkunç görüntüsü belirdi gözümün önünde. Yanık insan eti kokusu, muhtemelen 2 Temmuz Sivas Katliamı’ndan ya da 19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonları’ndan geliyordu. Dünyanın şekli hızla değişirken, faili meçhul cinayetler ve insan hakları ihlalleri gündelik hayatın bir parçasına dönüşmüştü. Beyaz Renault otomobilleri anımsıyordum o günlere dair, telsiz sesleriyle birlikte...
Telefon jetonunu elimden düşürünce, geçmişle bağlantım bir anda kesildi. Sihirli bir jeton olmalıydı bu. Daha önce de büyülü nesnelerle karşılaşmış olduğum için, çok şaşırmamıştım. Ama tuhaf bir merak içimi kemirip duruyordu. Ya bu jetonla daha fazlası yapılabiliyorsa?.. Sanki jetonlu bir telefon kulübesi bulursam, bu kayıp jeton aracılığıyla yaşamın sırrına ulaşacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Saçma bir şey olduğunun farkındayım. Ancak bir çocuk böyle şeylere inanır. Aslında bir çocuk da inanmaz böyle şeylere. Sadece inanır gibi yaptığı bir oyun olabilir onun için. Hele günümüz çocukları, o kadar az şeye inanıyorlar ki... Ama bir kere kafama takılmıştı bu mesele ve jetonlu telefon kulübesine gidip o jetonu kullanmazsam bir daha rahat bir uyku uyuyamayacağımı biliyordum.
Sizin karşınıza hiç çıktı mı bilmiyorum ama, hayatta kimsenin önemsemediği şeyleri bilen insanlar vardır. Mesela birlikte balık tutuyorsanız, misinanın nasıl yapıldığını, ilk insanların nasıl balık avladığını ve balıkların rüya görüp görmediği gibi pek çok mesele üzerine ansiklopedik bilgilerle dönersiniz o balıktan. Bazen onların gevezeliği sizi bunaltabilir, bazen de anlattığı şeylerin ilginçliği karşısında, az sonra unutacağınızı bile bile onu can kulağıyla dinleyebilirsiniz. İşte benim öyle bir dostum var. Kendisinden en son dikiş makinelerinin tarihini dinlediğim bu arkadaşı arayıp, jetonlu telefon kulübesi bulup bulamayacağını sordum. İnanmazsınız, buldu hemen. İstanbul’un kenar mahallelerinden birisinde, bir çöplükteydi telefon kulübesi. Telefon kulübesinin oraya nasıl geldiğini ve hurdacıların onu nasıl orada bıraktığını ya da “her şeyi bilen dostum”un onun orada olduğunu nasıl olup da bildiğini merak etmekle kaybedecek vaktim yoktu. Hemen bir otobüse atlayıp “her şeyi bilen dostum”la buluşup, bahsettiği çöplüğe gittim. Gerçekten de jetonlu bir telefon kulübesi, yana kaykılmış bir halde çöplüğün kenarında duruyordu. Çöplüğün martılarından bazıları telefon kulübesinin üzerine konmuş, sanki beni bekliyorlarmış gibi bakışıyorlardı. Kulübenin için girip ahizeyi elime aldım ve avucumun içinde sakladığım jetonu, jeton yerine bıraktım. Çalışmasının mümkün olmadığını “her şeyi bilen dostum” yineleyip duruyordu dışarıda. Hatta benimle dalga geçiyordu. Ama olan oldu ve jetonun düşmesiyle birlikte bir “bip” sesi duydum ve telefon numarası tuşlamamış olmama rağmen telefon çalmaya başladı. Neredeyse heyecandan yüreğim ağzıma gelecekti. Uzun uzun çaldı telefon ya da yaşadığım heyecan yüzünden bana çok uzun geldi. Telefon nihayet açıldı. Ve yine uzun bir sessizlik başladı açıldıktan sonra telefon. Nihayet karşıdan bir ses geldi: “Buyrun, kimi aramıştınız?” Böyle bir anda aklınıza kim gelir? Kimi arıyordum gerçekten? O kayıp jetonla kimi aramak istemiş olabilirdim? Adımı söyleyebildim sadece o an. Sanki karşı taraftaki sesin beni tanıyacağını ümit ederek. “Dalga geçiyor olmalısınız” dedi telefondaki ses, “Bülent Usta benim. Beni mi aramıştınız?” “Evet” diyebildim sadece, şaşkınlıktan. “Nereden arıyorsunuz” diye sordu bu defa. Kulübenin dışında bekleyen “her şeyi bilen dostuma” baktım. Neler olduğunu anlayabilmiş değildim. “Sana tuhaf gelecek” dedim, “aslında başka bir zamandan arıyorum seni.” Karşı taraftaki ses önce güldü, ama o da kuşkulanmıştı bu durumdan. “Evet” dedi şüpheli bir ses tonuyla, konuşmama devam etmemi ister gibi sustu sonra. Ben de konuşmaya başladım...
Devamı haftaya...
Bülent Usta
(Birgün gazetesi, 30 Kasım 2011)