MAVİ TİLKİLER DOLAŞIYOR SOKAKLARDA
Posted: 12 Haziran 2012 Salı by Jade in
0
Hani iki
üniversite öğrencisi, adalet sistemini eleştirdikleri için metrobüste sivil
giyimli bir polisin saldırısına uğradılar ya, ancak bir kara mizah filminde
tanık olabileceğimiz acı bir olay daha eklenmiş oldu hafızalara. Aslında böyle
bir sahneyi, bir filmde görsek, yönetmen amma da mesaj verme meraklısıymış, bu
kadar da göze sokulmaz ki diyerek tepki de gösterebilirdik. Çünkü biri hukuk
öğrencisi olan iki arkadaş metrobüste, adalet sistemini eleştirdikleri için
adaletin uygulayıcısı olan polisten ilgisiz nedenler öne sürülerek şiddet
görüyorlar. Ve ardından üniversite öğrencileri sanki kendileri şiddet uygulamış
gibi karakola götürülüp suçlanıyorlar. Adalet sistemimizin halini özetlemiyor
mu bu olay, tüm çıplaklığıyla?
Bu olayda benim tüylerimi diken diken eden ayrıntı, sivil giyimli polisin saldırı gerekçesi: Oynaşmayın! BirGün’de yer alan habere göre “sivil giyimli bir kadın polis, tartışmanın içeriğinden memnun olmayınca, müdahale edebilmek için genç erkeğin kendisine taciz ettiği bahanesini uydurdu. Amacına ulaşamayınca, bu kez de “oynaşıyorsunuz” diyerek gençlere yanındaki eşi ve kız kardeşiyle birlikte tekme tokat saldırdı.”
Hikmet Temel Akarsu ve arkadaşlarının çıkardığı bir dergi var: “Roman Kahramanları”. O derginin ekim-aralık sayısının dosya konusu George Orwell’in ünlü “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanı olduğu için, “Bir Sualimiz Olacak” başlığıyla edebiyatçılarımızdan Tarık Günersel’e, Feyza Hepçilingirler’e, Süreyyya Evren’e ve Sabri Kuşkonmaz’a sorulmuş: “Bir edebiyatçı olarak izlendiğinizi düşünüyor musunuz? Bu sizde nasıl duygular uyandırıyor?”
Bu soruya herkes “evet izleniyoruz” yanıtını vermiş. Süreyyya Evren yanıtında “bilimkurgulardan gerçeğe dönmüş bir kontrol mekanizmasının doğduğunun” özellikle altını çizerek, bizdeki uygulamanın ayırt edici bir özelliğine de değinmiş: “Son dönemlerde belirli bir mantığa ihtiyaç duymama hali hüküm sürüyor, o çok tehlikeli bence. Polis devleti havası veren de bu. Herkes bir hikâyeyle birlikte tutuklanıyor, kimse tek başına sadece tutuklanmıyor. Bazen tutuklanmadan birkaç gün önce, bazen tam tutuklandığı gün aynı zamanda bir de hikâye basına veriliyor. İzleme/gözetleme faaliyetleri bu hikâyeleri çatmak için kullanılıyor.”
Metrobüste gençlere saldıran sivil giyimli polis memuru da, aynı yöntemi beceriksiz bir biçimde kullandı aslında. Taciz ya da oynaşma gerekçesinin dışında da hikâyeler uydurabilirdi istese. Ama planlı bir olay olmadığı için, ilk aklına gelen şeyleri sıraladı muhtemelen. Bu olaya benzer olaylar gittikçe artıyor. Sadece polis şiddeti olarak da değil. Bir belediye otobüsünde birbirine sarılan gençler linç edilmeye çalışılmıştı hatırlarsanız. Ya da yine metrobüste bir kadın voleybolcuya kısa şort giydiği için dayak atılmıştı. Sadece benim belediye otobüslerinde tanık olduğum ve basına yansımayan onlarca benzer olay var. Kim bilir daha neler yaşanıyor bilmediğimiz, tanık olmadığımız. Mesela bir yolcu, eşcinsel olduğu için aşağılanmış ve otobüsten atılmaya çalışılmıştı. Olay büyümeden yatıştırılmış olsa da, yaşadığım o otobüs yolculuğu, Türkiye’nin nereye doğru gittiğini gösteren bir yolculuğa dönüşmüştü.
Muhafazakârlaşmanın artması, toplumun içindeki basıncı da arttırıyor ister istemez. Bir polis memuru, kafasına göre ahlaki ölçütler belirleyip “oynaşmayın” diye insanları hizaya sokabileceğine inanabiliyorsa, başımıza daha nelerin gelebileceğini tahmin etmek güç değil.
Bir başka insanın tüylerini diken diken eden olay da, Uğur Kantar’nın “Disko” diye tabir edilen “disiplin koğuşu”nda yaşadığı işkence yüzünden ölmesi. Askerlik yaparken, “disko” ile ilgili çok hikâye dinlemiştim. Orada tutulan askerlerin uyutulmadığından ve gördükleri kötü muamelelerden bahsedilirdi hep. Kanıksanmış bir şeydi bu. Çünkü uzun yıllardır sistemli bir biçimde işkencenin uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. İHD raporları, bunun bir kanıtı. Ama Uğur Kantar’ın ölümü, “disko” gerçeğini canımızı acıtacak bir biçimde tüm çıplaklığıyla önümüze koydu yeniden. Eskiden kimse konuşmazdı. Şimdi gazetelerde okuyabiliyoruz tüm gerçeği: Üç gün boyunca Uğur Kantar’ın su içmesine izin verilmemiş. Bırakın dayağı, işkenceyi... Su içmesine bile izin verilmemiş. Genel Kurmay istediği kadar çabalasın, Uğur Kantar’ın üç gün boyunca su bile içemediği gerçeğini örtecek resmi bir açıklama yok henüz...
Bugünlerde Lars Von Trier’in o ünlü “Karanlıkta Dans” filminde Björk’ün söylediği şarkıların sözlerini yazan, asıl ismi Sigurjón Birgir Sigurðsson olan Sijón’un “Mavi Tilki” adlı bir romanı yayımlandı Doğan Kitap’tan Omca A. Korgan çevirisiyle.
Roman, insanı öyle bir içine alıyor ki, sokaklarda sık sık mavi tilkilere rastlar oldum bugünlerde. Romanı okuduktan sonra, mavi tilkilerin farkına varıyor oluşum, mavi tilkilerin hayal ürünü olduğu anlamına gelmiyor elbette. Sadece romanı okuyana kadar farkında değildim onların. Tıpkı bir hüznü aslında yaşıyor olmamıza rağmen bir şiir ya da şarkı aracılığıyla farkında oluşumuzdaki gibi. Üstelik mavi tilkiler öylesine bir gizlenme yeteneğine sahipler ki, dokunabileceğiniz kadar size yaklaşsalar da büyülenip fark edemezsiniz onları. Devlet dersinde öldürülmüş herkesin birer mavi tilkisi olduğuna eminim. Ve Sijón’un romanındaki gibi, egemenlerin, güçlülerin dünyasına ait yazgıyı gün gelip değiştireceklerinden de eminim. Mavi tilkiler, hiçbir şeyi unutmazlar çünkü, hiçbir yalanı, sahteliği ve acıyı es geçmezler... Çünkü Sijón’un yazdığı gibi evren şiirlerden yapılmıştır, başka bir şeyden değil...
Bu olayda benim tüylerimi diken diken eden ayrıntı, sivil giyimli polisin saldırı gerekçesi: Oynaşmayın! BirGün’de yer alan habere göre “sivil giyimli bir kadın polis, tartışmanın içeriğinden memnun olmayınca, müdahale edebilmek için genç erkeğin kendisine taciz ettiği bahanesini uydurdu. Amacına ulaşamayınca, bu kez de “oynaşıyorsunuz” diyerek gençlere yanındaki eşi ve kız kardeşiyle birlikte tekme tokat saldırdı.”
Hikmet Temel Akarsu ve arkadaşlarının çıkardığı bir dergi var: “Roman Kahramanları”. O derginin ekim-aralık sayısının dosya konusu George Orwell’in ünlü “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanı olduğu için, “Bir Sualimiz Olacak” başlığıyla edebiyatçılarımızdan Tarık Günersel’e, Feyza Hepçilingirler’e, Süreyyya Evren’e ve Sabri Kuşkonmaz’a sorulmuş: “Bir edebiyatçı olarak izlendiğinizi düşünüyor musunuz? Bu sizde nasıl duygular uyandırıyor?”
Bu soruya herkes “evet izleniyoruz” yanıtını vermiş. Süreyyya Evren yanıtında “bilimkurgulardan gerçeğe dönmüş bir kontrol mekanizmasının doğduğunun” özellikle altını çizerek, bizdeki uygulamanın ayırt edici bir özelliğine de değinmiş: “Son dönemlerde belirli bir mantığa ihtiyaç duymama hali hüküm sürüyor, o çok tehlikeli bence. Polis devleti havası veren de bu. Herkes bir hikâyeyle birlikte tutuklanıyor, kimse tek başına sadece tutuklanmıyor. Bazen tutuklanmadan birkaç gün önce, bazen tam tutuklandığı gün aynı zamanda bir de hikâye basına veriliyor. İzleme/gözetleme faaliyetleri bu hikâyeleri çatmak için kullanılıyor.”
Metrobüste gençlere saldıran sivil giyimli polis memuru da, aynı yöntemi beceriksiz bir biçimde kullandı aslında. Taciz ya da oynaşma gerekçesinin dışında da hikâyeler uydurabilirdi istese. Ama planlı bir olay olmadığı için, ilk aklına gelen şeyleri sıraladı muhtemelen. Bu olaya benzer olaylar gittikçe artıyor. Sadece polis şiddeti olarak da değil. Bir belediye otobüsünde birbirine sarılan gençler linç edilmeye çalışılmıştı hatırlarsanız. Ya da yine metrobüste bir kadın voleybolcuya kısa şort giydiği için dayak atılmıştı. Sadece benim belediye otobüslerinde tanık olduğum ve basına yansımayan onlarca benzer olay var. Kim bilir daha neler yaşanıyor bilmediğimiz, tanık olmadığımız. Mesela bir yolcu, eşcinsel olduğu için aşağılanmış ve otobüsten atılmaya çalışılmıştı. Olay büyümeden yatıştırılmış olsa da, yaşadığım o otobüs yolculuğu, Türkiye’nin nereye doğru gittiğini gösteren bir yolculuğa dönüşmüştü.
Muhafazakârlaşmanın artması, toplumun içindeki basıncı da arttırıyor ister istemez. Bir polis memuru, kafasına göre ahlaki ölçütler belirleyip “oynaşmayın” diye insanları hizaya sokabileceğine inanabiliyorsa, başımıza daha nelerin gelebileceğini tahmin etmek güç değil.
Bir başka insanın tüylerini diken diken eden olay da, Uğur Kantar’nın “Disko” diye tabir edilen “disiplin koğuşu”nda yaşadığı işkence yüzünden ölmesi. Askerlik yaparken, “disko” ile ilgili çok hikâye dinlemiştim. Orada tutulan askerlerin uyutulmadığından ve gördükleri kötü muamelelerden bahsedilirdi hep. Kanıksanmış bir şeydi bu. Çünkü uzun yıllardır sistemli bir biçimde işkencenin uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. İHD raporları, bunun bir kanıtı. Ama Uğur Kantar’ın ölümü, “disko” gerçeğini canımızı acıtacak bir biçimde tüm çıplaklığıyla önümüze koydu yeniden. Eskiden kimse konuşmazdı. Şimdi gazetelerde okuyabiliyoruz tüm gerçeği: Üç gün boyunca Uğur Kantar’ın su içmesine izin verilmemiş. Bırakın dayağı, işkenceyi... Su içmesine bile izin verilmemiş. Genel Kurmay istediği kadar çabalasın, Uğur Kantar’ın üç gün boyunca su bile içemediği gerçeğini örtecek resmi bir açıklama yok henüz...
Bugünlerde Lars Von Trier’in o ünlü “Karanlıkta Dans” filminde Björk’ün söylediği şarkıların sözlerini yazan, asıl ismi Sigurjón Birgir Sigurðsson olan Sijón’un “Mavi Tilki” adlı bir romanı yayımlandı Doğan Kitap’tan Omca A. Korgan çevirisiyle.
Roman, insanı öyle bir içine alıyor ki, sokaklarda sık sık mavi tilkilere rastlar oldum bugünlerde. Romanı okuduktan sonra, mavi tilkilerin farkına varıyor oluşum, mavi tilkilerin hayal ürünü olduğu anlamına gelmiyor elbette. Sadece romanı okuyana kadar farkında değildim onların. Tıpkı bir hüznü aslında yaşıyor olmamıza rağmen bir şiir ya da şarkı aracılığıyla farkında oluşumuzdaki gibi. Üstelik mavi tilkiler öylesine bir gizlenme yeteneğine sahipler ki, dokunabileceğiniz kadar size yaklaşsalar da büyülenip fark edemezsiniz onları. Devlet dersinde öldürülmüş herkesin birer mavi tilkisi olduğuna eminim. Ve Sijón’un romanındaki gibi, egemenlerin, güçlülerin dünyasına ait yazgıyı gün gelip değiştireceklerinden de eminim. Mavi tilkiler, hiçbir şeyi unutmazlar çünkü, hiçbir yalanı, sahteliği ve acıyı es geçmezler... Çünkü Sijón’un yazdığı gibi evren şiirlerden yapılmıştır, başka bir şeyden değil...
Bülent Usta
(Birgün gazetesi, 19 Ekim 2011)