PİNOKYO HAVLAR
Posted: 14 Haziran 2012 Perşembe by Jade in
0
Çocukken
görünmez olmakla ilgili çok hayal kurduğumu hatırlıyorum. Sanırım pek çok kişi,
benzer hayaller kurmuştur. Kurduğum o hayallerden kurtulamadığım için belki de
edebiyata ve sanata bu kadar ilgi duyuyorumdur kim bilir... Peki neden başka
bir şey değil de görünmezlik hayalleri kurardım? Sanırım özgür olma istenciyle
alakalı bir şeydi görünmez olmak. Eğer bir tane görünmezlik pelerinim olsaydı,
istediğim zaman okuldan ya da evden kaçar, dilediğimce sokaklarda gezer,
girmemin yasak olduğu yerlere girip merak ettiğim her şeyi öğrenebilirdim.
Üstelik “görünmez” olduğum için başıma kötü şeyler de gelmezdi. Görünmezlik,
özgürlüğe bedelsiz kavuşma imkânı sunacaktı.
Aradan yıllar geçti ve bir gazete yazarı olarak görünmezliğe duyduğum ihtiyaç daha da arttı. Mesela şimdi öyle bir pelerinim olsaydı, kapalı kapıların ardından dönen kirli oyunlardan rahatlıkla haberdar olur, işkenceleri ve gözaltında kayıpları rahatça araştırabilirdim. İzmir’de karakolda polislerden acımasızca şiddet gören kadını görünmezlik pelerinimle kurtarabilirdim mesela. Düşünsenize, o polis, tam elini kaldırıp kadına vuracakken, kadın kayboluyor karakoldan. Ya da polis, demokratik ve parasız eğitim için gösteri yapan öğrencilere müdahale edeceği zaman, öğrenciler görünmezlik pelerinleriyle bir anda ortadan kaybolup meydanın başka bir yerinde beliriyor...
Ama öyle bir pelerinim yok maalesef. Görünmezlik pelerini yokluğunda, görünmeyen şey diye bir şey olmadığını keşfetmem de uzun sürmedi. Gizli olan bir şey yoktu aslında. Her şey o kadar ortada ve alenen yapılıyordu ki, bu defa görünen şeyleri görünmezleştiren başka bir gücün varlığına kafa yorar oldum.
Mesela, Hopa davasından tutuklular serbest bırakılınca, seçim meydanlarında Hopalılara eşkıya diyen, Hopa’da yaşananları protesto ettiği için polisler tarafından linç edilmeye çalışılan Dilşat Aktaş hakkında “Ankara'da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem” diye konuşan Başbakan’ı düşündüm. Nasıl da kendisinden emin bir şekilde, yaşanan o olayların aslında başka anlamlara gelebileceğini dile getirmiş ve bunu da milyonlarca kişiye kabul ettirebilmişti? Ya da basın özgürlüğü konusunda, inanılmaz tuhaf olaylar ve haksız suçlamalarla tutuklanan gazetecilere rağmen, öyle bir hava estiriliyor ki, sanırsınız basın özgürlüğü konusunda en iyi dönemi yaşıyoruz.
Bu şehirde görünmez olabileceğim tek yer olan Balıkçılar Kahvesi’ne gidip, deniz kenarında bir masaya oturdum ve Giorgio Manganelli’nin Sema Rifat çevirisiyle Alef Yayınevi’nden çıkan “Pinokyo: Bir Paralel Kitap”ı okumaya başladım. En çok bir şey okurken ve yazarken görünmez olmayı isterim. Bunu da sözcüklerden yapılma bir koridordan başka bir dünyaya geçerek başarırım…
Beni heyecanlandıran bir yazar olarak Manganelli’yi 2006’da yine Alef’ten çıkan “Centuria. Yüz küçük Irmak Roman”la tanımıştım ve bu yeni kitabını da uzun zamandır merakla bekliyordum. Kitaba kavuşmanın heyecanıyla ve Sema Rifat’ın çevirisiyle gerçek bir edebiyat lezzeti yaşayacağımdan emin olarak Balıkçılar Kahvesi’nin yolunu tuttum hemen. Manganelli, Carlo Collodi’nin bir çocuk romanı olan “Pinokyo”ya paralel bir kitap olarak yazmış bu kitabı. “Pinokyo”nun bir tür Manganelli okuması. Aslında Manganelli’ye göre bütün kitaplar birbirine paralel kitaplardır: “Başka kitaplar yoktur; bütün öbür kitaplar gizlidir ve de bu kitap tarafından ortaya konur. Her kitabın içinde bütün öbür kitaplar vardır; her sözün içinde bütün sözler; her kitabın içinde bütün sözler; her sözün içinde bütün kitaplar vardır.”
Kitabın bir yerinde Manganelli Pinokyo’nun “Oyuncaklar Ülkesi”ne olan ziyaretini anlatırken, bu esenlik metropolünde neşenin olmadığından bahseder: “Çocukların bütün oyunlarında şu özellik var gibidir: Yalnızdırlar (kimi cevizlerle oynuyor, kimi kaydırak oynuyor, kimi top oynuyor, kimi bisiklete biniyordu.); oyundaki taşkınlık diyaloglara izin vermez, topluluklar ya da gruplar var gibi görünmez, tek topluca seyir biçimi küçük çadır tiyatrosudur.”
Küçük çadır tiyatrosunun tarifi, aklıma televizyonu getirdi ister istemez. Belki de bu ülkede herkesin iştirak ettiği şey televizyon izlemek, onun dışında herkes bir şeyle oynuyor ve herkes kendi yalnızlığı içinde diyalogsuz bir hayatın görünmezlik iksiri içinde yaşıyor sanki. Belki de görünen şeyleri görünmezleştiren iksirin kaynağını, bize sunulan bu yalnızlıkta aramalı. Bize sunulan yalnızlık ile, bizim yarattığımız yalnızlık öylesine birbirine zıt ki, biri gözümüzün önünden dünyayı kaçırırken, diğeri bizi dünyadan kaçırır: “Pinokyo şanssız bir ‘budala’dır, yalnızlığı bir kukladır, küçük düşürülebilir, gözdağı verilebilir, kullanılabilir bir varlıktır. Yalnızlığı o derecedir ki kendisine hırsız diyen, onu köpek yerine koyan, zincirle bağlayan ve havlamasını emreden bir adama bağlanmış olduğunu fark eder. Ve Pinokyo havlar.”
Aradan yıllar geçti ve bir gazete yazarı olarak görünmezliğe duyduğum ihtiyaç daha da arttı. Mesela şimdi öyle bir pelerinim olsaydı, kapalı kapıların ardından dönen kirli oyunlardan rahatlıkla haberdar olur, işkenceleri ve gözaltında kayıpları rahatça araştırabilirdim. İzmir’de karakolda polislerden acımasızca şiddet gören kadını görünmezlik pelerinimle kurtarabilirdim mesela. Düşünsenize, o polis, tam elini kaldırıp kadına vuracakken, kadın kayboluyor karakoldan. Ya da polis, demokratik ve parasız eğitim için gösteri yapan öğrencilere müdahale edeceği zaman, öğrenciler görünmezlik pelerinleriyle bir anda ortadan kaybolup meydanın başka bir yerinde beliriyor...
Ama öyle bir pelerinim yok maalesef. Görünmezlik pelerini yokluğunda, görünmeyen şey diye bir şey olmadığını keşfetmem de uzun sürmedi. Gizli olan bir şey yoktu aslında. Her şey o kadar ortada ve alenen yapılıyordu ki, bu defa görünen şeyleri görünmezleştiren başka bir gücün varlığına kafa yorar oldum.
Mesela, Hopa davasından tutuklular serbest bırakılınca, seçim meydanlarında Hopalılara eşkıya diyen, Hopa’da yaşananları protesto ettiği için polisler tarafından linç edilmeye çalışılan Dilşat Aktaş hakkında “Ankara'da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem” diye konuşan Başbakan’ı düşündüm. Nasıl da kendisinden emin bir şekilde, yaşanan o olayların aslında başka anlamlara gelebileceğini dile getirmiş ve bunu da milyonlarca kişiye kabul ettirebilmişti? Ya da basın özgürlüğü konusunda, inanılmaz tuhaf olaylar ve haksız suçlamalarla tutuklanan gazetecilere rağmen, öyle bir hava estiriliyor ki, sanırsınız basın özgürlüğü konusunda en iyi dönemi yaşıyoruz.
Bu şehirde görünmez olabileceğim tek yer olan Balıkçılar Kahvesi’ne gidip, deniz kenarında bir masaya oturdum ve Giorgio Manganelli’nin Sema Rifat çevirisiyle Alef Yayınevi’nden çıkan “Pinokyo: Bir Paralel Kitap”ı okumaya başladım. En çok bir şey okurken ve yazarken görünmez olmayı isterim. Bunu da sözcüklerden yapılma bir koridordan başka bir dünyaya geçerek başarırım…
Beni heyecanlandıran bir yazar olarak Manganelli’yi 2006’da yine Alef’ten çıkan “Centuria. Yüz küçük Irmak Roman”la tanımıştım ve bu yeni kitabını da uzun zamandır merakla bekliyordum. Kitaba kavuşmanın heyecanıyla ve Sema Rifat’ın çevirisiyle gerçek bir edebiyat lezzeti yaşayacağımdan emin olarak Balıkçılar Kahvesi’nin yolunu tuttum hemen. Manganelli, Carlo Collodi’nin bir çocuk romanı olan “Pinokyo”ya paralel bir kitap olarak yazmış bu kitabı. “Pinokyo”nun bir tür Manganelli okuması. Aslında Manganelli’ye göre bütün kitaplar birbirine paralel kitaplardır: “Başka kitaplar yoktur; bütün öbür kitaplar gizlidir ve de bu kitap tarafından ortaya konur. Her kitabın içinde bütün öbür kitaplar vardır; her sözün içinde bütün sözler; her kitabın içinde bütün sözler; her sözün içinde bütün kitaplar vardır.”
Kitabın bir yerinde Manganelli Pinokyo’nun “Oyuncaklar Ülkesi”ne olan ziyaretini anlatırken, bu esenlik metropolünde neşenin olmadığından bahseder: “Çocukların bütün oyunlarında şu özellik var gibidir: Yalnızdırlar (kimi cevizlerle oynuyor, kimi kaydırak oynuyor, kimi top oynuyor, kimi bisiklete biniyordu.); oyundaki taşkınlık diyaloglara izin vermez, topluluklar ya da gruplar var gibi görünmez, tek topluca seyir biçimi küçük çadır tiyatrosudur.”
Küçük çadır tiyatrosunun tarifi, aklıma televizyonu getirdi ister istemez. Belki de bu ülkede herkesin iştirak ettiği şey televizyon izlemek, onun dışında herkes bir şeyle oynuyor ve herkes kendi yalnızlığı içinde diyalogsuz bir hayatın görünmezlik iksiri içinde yaşıyor sanki. Belki de görünen şeyleri görünmezleştiren iksirin kaynağını, bize sunulan bu yalnızlıkta aramalı. Bize sunulan yalnızlık ile, bizim yarattığımız yalnızlık öylesine birbirine zıt ki, biri gözümüzün önünden dünyayı kaçırırken, diğeri bizi dünyadan kaçırır: “Pinokyo şanssız bir ‘budala’dır, yalnızlığı bir kukladır, küçük düşürülebilir, gözdağı verilebilir, kullanılabilir bir varlıktır. Yalnızlığı o derecedir ki kendisine hırsız diyen, onu köpek yerine koyan, zincirle bağlayan ve havlamasını emreden bir adama bağlanmış olduğunu fark eder. Ve Pinokyo havlar.”
Bülent Usta
(Birgün gazetesi, 14 Aralık 2011)