Çürümenin ahlakı
Posted: 22 Kasım 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Boşlukta asılı
kalmış bir ülkede, sokak köpeklerinden daha yalnız, içimizde unuttuğumuz ya da
unutmaya çalıştığımız bir sıkıntı yumağıyla yuvarlanıp gidiyormuşuz gibi
hissediyorum bazen. Ingmar Bergman’ın nazizmi zehirli bir havaya benzeten
filmini anımsıyorum böyle anlarda. Geçenlerde “Extant” adlı bilimkurgu bir
televizyon dizisinde duymuştum nöro-virüsleri, Bergman da beyne etkide bulunan
o zehiri bir tür virüs gibi düşünmüş olmalı, insanları iradesizleştirerek
yönlendiren, halüsinasyonlar gördüren ölümcül bir virüs. Dünyayı kendi
gözlerimizle çıplak göremediğimiz için, çürüyen bu gezegende her şeyden daha
fazla çocuklar ölüyor… Bazen çok geç diye düşündüğüm oluyor, çünkü virüs,
kendisini yok etmek için geliştirilen virüsleri bile dönüşüme uğratıp fayda
sağlayabiliyor.
Örneğin, çürüyen
bir dünyada IŞİD gibi siyasi yapıların varlığı kaçınılmaz, ABD’nin ve
kapitalizmin yarattığı etkilerin sonuçlarını düşününce. Bugünkü siyasi iktidar
da, dayattığı otokratik yönetim anlayışını, devletin kurucu ideolojisindeki
aşırılıklara ve hatalara borçlu. 12 Eylül’ün nöro-virüsleri çoğunluğun beyninde
kalıcı hasarlar bıraktığı için olsa gerek, her şeyi ikilikler halinde düşünmek,
sahtelik ve ikiyüzlülüğü benimsemek rahatsız etmiyor çoğu kişiyi. Yalan da olsa
inanmak istiyorlar bir şeylere, bu yüzden gerçeklerden daha inandırıcı yalanlar
bulmak için çabalıyor herkes… İnsanları ezenlerin meydanlarda özgürlük diye
haykırmaları bile tuhaf gelmiyor kimseye. Özgürlük, tutsaklığın farklı
dereceleri olarak yaşandığı sürece de, kimseye tuhaf gelmeyecek. Sağlık
merkezlerine psikolojik yardım almak için başvuranların her geçen yıl
katlanarak artmasında bile, bu virüsün ve siyasi etkilerinin payı var kuşkusuz.
Çürümeye neden olan bu virüsle mücadele
ederken yaşanan en önemli sorun, Max Frisch’in de dile getirdiği gibi ahlakla
ilgili… Bize öğretildiği şekliyle ahlaklı olmak, dünyada yenilmeyi kabul etmek
anlamına geliyor çünkü. Calvino’nun “genel bir ahlaki devrim”den kastettiği
şey, bu yenilgi ahlakından da vazgeçmek anlamına geliyor. Zamanın, duyguların
ve özgürlüğün keyfini sürmeye odaklanmış bir ahlak ve yaşama biçimi ne kadar
güçlenirse, virüsün etkilerinden kurtulmak da o kadar kolaylaşacak. Otoriter
siyasetler, tam da bu yüzden toplumun özerkleşmesinden rahatsızlık duyarlar.
Gezi’den bu kadar korkulmasının nedeni, devletin ve siyasete ait kurumların
yetersizliğini gözler önüne sermesiydi. Toplumun yaratıcı dinamiğini,
neo-liberalizm ve muhafazakârlık içine entegre edememeleriydi yaşanan sorun.
İktidarın Yeni Türkiye projesi, tam da bu sorunu çözmeye yönelik bir girişim
olarak devreye sokuldu, her zaman olduğu gibi içi nöro-virüslerle dolu şık bir
ambalaj içinde. İktidarın toplumsal mekânlara duyduğu ilgi de, meselenin yaşama
biçimindeki değişikliklerle çözüleceğine dair inancından kaynaklanıyor. Zaten
kimlik siyasetini günümüzde bu kadar önemli yapan da “genel ahlaki bir
devrim”in kendini yaşamın her alanında dayatıyor olması. Çünkü tıpkı
Fortini’nin dile getirdiği gibi, “Ahlak, değerler ile davranış arasında bir
tutarlılığa ulaşma isteğinin yarattığı gerilim ve bu uyumsuzluğun bilincinde
olma” halidir, yani siyasetin kendisidir. “Ahlak”ı, “ahlakçılar”dan
kurtarabildiğimiz ölçüde, siyasetin önündeki engelleri aşıp, insanları
nöro-virüslerden arındırmak mümkün olacak.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Ağustos 2014)