Sırlar ve Umut
Posted: 22 Kasım 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Şehir ters dönmüş debeleniyor, çöken üst
geçitleri, boşluğa düşen asansörleri, tutuşan otobüsleriyle… Uyanmış olmanın
istenmeyeceği sabahlar çoğalıyor yüzde 965 artışla… Ama uyanıyoruz, giyinip
yollara düşüyoruz, şimdilik her şey yerli yerinde. Ezidilerin yollara düşmesine
benzemiyor yolculuğumuz, çünkü çoğu zaman toplu halde değil, teker teker, azar
azar ölüyor, öldürülüyoruz…
Böyle devam edemeyeceğini yönetenler de
biliyor, çünkü sırlar yok edilemez, saklanır en fazla, sonra düşer asansör,
çöker maden ocağı, bütün sırlar saçılır ortalığa. Beynimizi istila etmesi,
sırların üzerini örtmesi için üzerimize boca edilen fikirler, görüntüler yetmez
olur artık, uyarıcı fazlalığı sinirsel dürtülerin ve devrelerin çeşitliliğini
alabildiğine arttırmıştır çünkü; toplu halde görülen halüsinasyonlar, düşen o
asansör gibi taşıyamaz olur onca yükü. Asansörün varlığı sorgulanmaz genellikle,
neden bozulduğu daha önemlidir, hep öyle olmuştur. İnsanları düşeceğini bile
bile bozuk asansörlere bindiren, güvenli olmadığı halde yüzlerce metre yerin
altındaki maden ocaklarına indiren yoksulluk diye bir şey var, hani doğal bir
şeymiş gibi düşünülen, hep varolagelen yoksulluk… Bozuk asansörlerle, sömürülen
emekle, işçilerin canıyla inşa edilen 4 milyon dolarlık rezidansları yaratan
yoksulluk…
Eski düzenin devamını sağlayan, sırlar ya
da o sırların saklanmasında çok, sırlarla nasıl baş edileceğini bilemeyişimiz
aslında. Kolektif tutsaklığın nasıl oluştuğunu ve işlediğini bilmeden, radikal
öznelliğin önünü açacak eylemlilikler ve fikirler üretmeden, sırların ifşası toplumsal
düzenin değişimine etkide bulunmuyor, bulunmayacak…
Sokağımızın en yaşlı kedisi Fişek’le, geçen
gece, aniden, rüzgârsız iri damlalar halinde dökülen yağmur yüzünden balkonuma
sığındığı zaman, ters dönmüş debelenen hayat üzerine konuştuk biraz, yağmur
dinene kadar. Aslında konuştuk dediğim şey, sözcüklere dayalı bir iletişim
değildi, ancak bir kediyle yaşamış olanların bilebileceği bir konuşma. Dedi ki
bana, sokağın akışı gibi değişiyor her şey, insanlarda gözlemlediğin o tuhaf
neşe ve umursamazlığın hüzünle ilişkisine bak, köklerinden kopmuş bir şimdide
yaşıyor olmanın getirdiği. Kendi içlerine kaçtığı için insanlar,
umursamazlaşıyorlar; dünyayı değil, kendilerini daha çok sevdikleri için. Bir
şeylerin kötüye gidiyor olmasında gizliydi umut; nedeni ve sonucuydu. Böyle
düşünerek içimi rahatlatacak değildim, ama her şeyin bize göründüğü gibi ya da
hissettiğimizden kadar kötü olmadığı konusunda hak da veriyordum ona. Geçmişten
daha kötü değildi bugün yaşanılanlar, çünkü geçmişte bugünkü kadar ifşa
edilmiyordu hiçbir şey, her şey daha çok sırdı, daha az politikti. Şimdi en
azından hakikatin karmaşıklığından haberdar olanlar var ve o karmaşıklığı sade
bir yaşam hayaliyle çözmeye çalışan, bostan yaparak, ağaç dikerek yaşamı
değiştirebileceği düşünen, dünya sevgisiyle dolu olanlar... Risk hesabı yaparak
mutlu bir hayat sürülemeyeceğini anlayan, insanları birbirine bağlayan
dayanışmacı bir umudun varlığına ihtiyaç duyanlar olduğu sürece, Fişek’in
umutsuzluğa kapılmaya niyeti yok.
Javier Marias’nın “Yarınki Yüzün” adlı
romanında, korkuya dair söylediklerini düşündüm, yağmur yeniden başladığı
zaman: “Korkuya alışmalısın. Korku dünyanın en büyük kuvvetidir. Korkuyu
yenmek için mücadele etmek ya da ona teslim olmak yerine, o korkunun içine
yerleşip ona kendini alıştırmalısın. Kuşatıldığın korkudan yararlanmayı
öğrenmelisin.” Aynı şey, umutsuzluk için de düşünülebilirdi, ters dönmüş
debelenen bu hayatta başka türlü yaşamak mümkün değil…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 10 Eylül 2014)