Sahici Gülüş
Posted: 22 Kasım 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Kesilen 6 bin zeytin ağacının arasında
yürüyorum. Sokakta ya da evde, nerede yürüsem etrafım kesilmiş zeytin ağacı… İleride
de binlerce sayfa yazıp ahlayıp vahlayacağımız şeyleri düşünürken, “iyi şeyler
de olmuyor mu” diye kendime soracağım sırada, zeytin ağaçları uğuldamaya
başlıyor. İyi şeyler olsa bile, 6 bin zeytin ağacı kesilirkenki hukukun
uygulanışı; sermayenin bu ülkenin taşına toprağına, insanına aç kurtlar gibi
saldırışı ve devletin takındığı tutuma kadar, her şey bu kadar ortadayken,
gerçekten olur mu iyi bir şey, olsa ne yazar…
“Oluyor” diyor arkamdan bir ses. Her sabah
sokakta rastladığım, erkenden kalkıp kedilere mama dağıtan Narin Teyze. Onu
mutlaka siz de görmüşsünüzdür, yoksul olmasına rağmen her zaman bakımlı, şık,
elinde sepeti… Birlikte yürümeye başlıyoruz zeytin ağaçlarının arasında.
“Eskiden olsa, ruhumuz duymazdı bir köyde kesilen ağaçları. Şimdi herkes her
şeyi görüyor; gördüğüne inansa da, inanmasa da...” Sonra, insanların
sabırsızlığından, hiçbir bedel ödemeden her şeye sahip olma sevdasından,
sakince sevememelerinden, gösteriş ve hız içinde tükenişlerinden yakınıyor. En
çok, “Bu dünyanın yaşvaşlaması gerek artık” demesi yer ediyor zihnimde… “Herkes
her şeyin farkında” diyorum ona, “ama farkında olamadıkları şey, tam da bu
farkındalıkları…” Gülüyor ben böyle söyleyince. Sabahları bakıyorum da” diyor,
“çoğu işe giderken ayakta uyuyor, nasıl farkında olsunlar.” “Bir tür salgın
gibi bu uyurgezerlik hâli” diyorum Narin Teyze’ye, “böyle tahammül
edebiliyorlar hayata…” “Ne saçma şey şu tahammül” diyerek birden parlıyor Narin
Teyze, yıllarca kocasına tahammül edip yaşayamadığı hayatına yanarak… Ama bunu
söylerken ki yüzünde oluşan ifade, ister istemez güldürüyor beni, o da bana
bakıp gülüyor, tahammülümüz artıyor hayata karşı…
Bir zeytin ağacının dibine oturuyoruz,
aslında oturduğumuz yer bir pastanenin önündeki masa. Sonbaharın döktüğü
yaprakları, uyurgezer insanların sokaktan geçişini iziyoruz. Üniversitede ders
vermek için İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna metrobüsle giderken, eğer
oturacak bir yer bulmuşsam, ben de bazen uyumayı tercih ediyorum, gözünü
kapatıp açman yeterli, varmışsın varacağın yere. Hayat da böyle, gözünü bir kapattın
mı, geçip gidiyor her şey… Gözümü açınca, metrobüsün camından gördüğüm şey,
gökdelenlerin gövdesini saran kesilmiş ağaçlar ve cesetler oluyor. Kesilmiş
zeytin ağaçlarına ya da ölen madencilere bakıp “Yazık” demekten çok, kendimize
dönüp “Yazık bana” dersek… Ama çoğunlukla başkaları için üzülmeyi tercih
ediyoruz ve o yüzden dışımızda olup bitiyor her şey. Farkındalığımız da
dışarıda kalıyor, başkalarına her konuda akıl verebiliyorken, kendimize söz
geçiremiyoruz; çünkü uzağız kendimizden, uzak yıldızlar kadar uzak… Ranciére’in
“Cahil Hoca” kitabında, “Kendi yörüngesinde olmayan kimsenin hakikatle ilişkisi
yoktur” sözünü hatırlıyorum. İnsanları birleştiren, bir araya getiren şeyin
gerçekte uyumsuzluk olduğunu söylüyordu. O müthiş uyumun peşinde olanların tek
millet, tek din, tek akıl söylemiyle dünyaya verdikleri zararları düşününce,
hak vermemek imkânsız. O uyuma bir kere yakalanmışsanız, uyurgezersinizdir
artık, göz açıp kapayıncaya kadar çabucak geçer hayat, çünkü yaşamamışsınızdır.
Narin Teyze de, ben de kendi
yörüngelerimizdeyiz, kesilmiş zeytin ağaçlarının gölgesi bu yüzden canımızı
yakıyor, ama canımız yanarken de gülebiliyoruz. Hani şu, “sahici gülüş”lerden…
Sahici gülmeyen birinin gözyaşında da ne su olur, ne de tuz…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 12 Kasım 2014)