Adanmış yürek
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Bazen durduruyorum kendimi, zaman durmasa da biraz
yavaşlıyor. Defteri kitabı bırakıp kendimi dışarı atıyor, ilk bulduğum ağacın
altına uzanıp yaprakların arasından gökyüzünü izliyorum. Zamanın yavaşladığını
vücudumda hissediyorum önce, sonra yapraklarda, bulutlarda…
Çok kötü şeyler oldu, oluyor bu ülkede, her ölenin bir yükü,
ağırlığı çöküyor, aldığın nefes nefese benzemiyor, yediğin yemek yemeğe,
uyuduğun uyku uykuya… Sonra diyorsun ki, ne zaman başka türlüydü ki, ama yine
de şimdi bir şey kırılmış, kopmuş gibi hissediyorsun. Kamplaşmanın etkisi mi
bu? Sanki hiçbir zaman rahat vermeyecekler, sona ermeyecek bu ölüm haberleri… Hakikatler
değil, gücü elinde bulunduranın arzusu çoğunluğa yön verdiği sürece…
Derrida, intihara kalkışan bir uygarlıkta yaşadığımızı
söylemişti, “Philosophy in a Time of Terror” adlı kitapta. Aynı kitapta,
Habermas da, Daryush Shayegan’ın “Melez Bilinç”te altını çizdiği gibi,
iletişimsel bir patoloji olarak tanımlıyordu, toplumda karşılıklı güvensizliğin
artmasını. İki filozof da, başımıza gelen bütün bu felaketlerin, uygarlığın
başarısızlığından başka bir şey olmadığı konusunda hemfikirdi ve biz hâlâ bu
başarısızlığın nedenleriyle değil, IŞİD gibi sonuçlarıyla meşgulüz daha çok. İşin
kötü tarafı, ortada intihar bombacıları olduğu sürece de, nedenleri üzerine
düşünecek bir ortamın oluşması da mümkün gözükmüyor. Benzer bir intihar
nitelendirmesini, askeri darbelerle sakat bırakılmış ve belini bir türlü
doğrultamamış, üstüne üstlük zaten zayıf olan ortak zeminini bu kamplaşmayla birlikte
yitirmiş olan yaşadığımız ülke için de yapabiliriz. Yapabilir miyiz? Durum o
kadar vahim mi?
Herkes umutlu şeyler duymak, okumak istiyor, ben de
istiyorum, umutsuzca arzuluyorum umudu, çünkü başka nasıl düşünülür, yaşanılır
bilmiyorum. Umutsuzluğu dışlamayan bir umudun mümkün olduğuna inanıyorum. Güzel
bir film, güzel bir roman ya da dostların varlığı umutlanmama yetiyor bazen,
bazen de yetmiyor, kendimi kandırıyormuş gibi hissediyorum. Kendimizi
kandırıyor muyuz? Belki de iyi ki kandırıyoruz, hâlâ bizi biz yapan değerlere
sarılmamıza yarıyorsa… Yarıyor mu?
Italo Calvino, insanın yeniden doğuşunu sağlayacak “genel
bir ahlaki devrim”den başka bir çıkış yolumuzun olmadığını iddia etmişti. Ama
nasıl? Sanatın piyasalaşması ve kitle kültürüne tesliminden sonra, bu ahlaki
devrimin temelleri nasıl atılabilir, atılabilir mi? Küreselleşme karşıtı
hareketler, bu ahlaki devrimin temelleri olarak görülebilir mi, uygarlığın
intihar teşebbüsüne son verecek? Zamanın, duyguların ve özgürlüğün keyfini
sürmemize yarayan bir ahlak, bir yaşambiçimi…
Şu an, altında yattığım ağacın yaprakları arasından süzülüp
yüzümü okşayan güneşin huzmelerinden başka bir şey bilmiyorum. Calvino’nun
bahsettiği şu kendiliğindenliğini kaybeden kitlelere bilinci ve tasarımı
taşımakla yükümlü olan, “ateşin içinden yanmadan geçecek sınırlı sayıda aydın”dan
biri değilimdir belki. Çimlere uzanmış, bulutları seyrederek zamanı
yavaşlattığını sanan bir hayalciyim belki de sadece…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Mayıs 2016)