Yağmur karşılaşması
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Yağmur başlayınca Kadıköy’de herkes dağıldı. Canlı müzikler
sustu, barların, kafelerin ışıkları birer birer söndü. Balkonda ıslanarak
geceyi dinlerken Rollo May’in kitaplarında bahsettiği şu “içsel güç”le
dolmuştum. Hani güzel bir kitap okuyunca ya da film izleyince, zihniniz enerjiyle
dolar, o an sanki evrenin sırrını çözmüş gibi hissedersiniz ya… Dışarı çıkıp, çoktan
kapanmış olan barın balkonumun altındaki masalarından birisine oturdum. Yaz
kış, bu ahşap masalar sokakta olurdu. Bir süre sonra, güzel bir kadın belirdi
sokağın başında, yağmurdan onu koruyacak bir şemsiyesi, yağmurluğu ya da
şapkası yoktu. Sanki biriyle buluşmaya gelmiş gibi kararlı, karşımdaki masalardan
birisine oturdu.
Hemingway, “Paris Bir Şenliktir” kitabında, böyle bir
sahneden bahseder, yağmurlu bir gün Paris’te bir kafeye oturmuş öyküsünü
yazarken, “yağmurla tazelenmiş yüzüyle” içeriye güzel bir kadın girer. Yazarken
arada bir başını kaldırıp kadına bakar ve şöyle düşünür: “Seni gördüm güzelim,
artık benimsin; birini bekliyormuşsun ya da seni bir daha göremezmişim, dert
değil: Şimdi benimsin ya! Sen benimsin, Paris de benim; eh işte, ben de bu
defterle kaleme aitim.” Öyküsünü bitirip başını kaldırdığında, kadın çoktan
gitmiştir. Üzülse de “umarım iyi biriyle çıkmıştır” diyerek avutur kendini. Kitabı
okurken o “iyi biri” sözüne çok güldüğümü hatırlıyorum.
Kadın, ısrarla yağmurun altında oturmaya devam ediyordu. Bir
protesto eylemindeymişiz gibi hissettim o an, bizi gören başkaları da gelip
diğer masalara otursalar, tam olacaktı. Peki neyi protesto ediyor olabilirdik? Yağmuru
mu? Saçmalıklar ülkesinde akılla yaşamaya çalışmanın getirdiği o yükü,
sıkışmışlığı mı? Aklıma bir kere Hemingway düşmüştü, neden boks yaptığını
anlıyordum sanki, içindeki öfke yazarak boşalmıyordu. Sonunda beynini
uçurmasına neden olan o öfke… İspanya İç Savaşı günlerinde yaşadıklarını ve
yazdıklarını düşündüm. Bütün o daha iyi bir dünya için hayatını feda edenleri…
Ama işte, Hemingway’in “Paris benim!” dediği gibi, bu dünya için “Benim!”
diyenlerin azalması mıydı asıl dert? Bir akışı vardı hayatın ve o akışa tek
başına müdahale edemezdin. Şebnem Hoca gibi hayatlarını barışa ve gerçeklere
adayanları cezaevine kapatan bu akış, ülkeyi iç savaşa doğru sürüklerken,
yağmurun altında oturmanın anlamı neydi? Anlamı, kalıpların, o koruyucu duvar
ve sınırların dışına biraz da olsa çıkıp nefes almak mıydı? Sanatın da böyle
bir nefes aldırma işlevi yok muydu? Kadın, oturduğu yerden şöyle seslendi:
“Güzel yağıyor değil mi?” “Şairin dediği gibi, yağmur yunup arındırıyor sanki
gökyüzünü” dedim. Dediğim şeye güldüm sonra, nerden gelir ki aklıma böyle
şeyler… Sonra aynı şairden, Turgut Uyar’dan şu dizeler geldi aklıma, ama bu
defa söylemedim: “Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur / Beni arı duru yıkıyor
ıslanıyorum / Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü / Islanıyorum…”
Bir hikâyeye girmiştik, bu insan yönümüzdü, sonrasında
kalkıp farklı yönlere gidecek olsak da… Bir kere görmüştüm onu, Hemingway’in
dediği gibi, benimdi artık. Kadıköy, bu
ülke, hatta edebiyatı ve sinemasıyla İngiltere bile benimdi şu an, çoğu
İngiliz’den daha çok. Her ne kadar hani şu bilimin ve aklın kutsadığı Batı
medeniyetinin çöküşünü yaşıyor olsak da… AB dağılıyormuş çok mu? Medeniyetlerin
çöküşüyle ilgili kitapları okurken, sanırım Toynbee’de vardı, çöküşü durduracak
tek şeyin ahlakı yüceltmek olduğunu söylüyordu. Ahlak derken, iyiliği
kastediyordu elbette, yardımlaşmayı, dayanışmayı, özgürlüğü, sevgiyi ve aşkı;
dünyayı nefretle kuşatan katliamcı, baskıcı, ahlakın çürümüş hallerini değil. Sevgiye
ve aşka, sosyal bilimlerde en güzel yeri verebilmiş kişi, Hannah Arendt olsa
gerekti. Aşkın insan yaşamında nadir yaşanan, dünyaya yabancı ve hem apolitik,
hem de antipolitik olduğunu söylese de, tam da bu özellikleri nedeniyle pek çok
sorunun çözümünü içinde barındırdığını… Arendt, insanların
cezalandırabilecekleri kişileri gerçekte bağışlayabildiklerini de söylüyordu.
Bu topraklarda, devletin koruyucu şemsiyesi altında işlenmiş suçların
bağışlanması ve unutulması bu yüzden mümkün değildi, barışın önündeki en büyük
engel… Kangrene dönüşmüş bir yara olarak 12 Eylül içimizde durduğu sürece,
zehirlenmeye devam edecektik.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Haziran 2016)