Dalgaların sesi
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Karanlık bir odadayız ve tam tepemizde kırık bir ampul var.
Ampulü değiştirmek isteyenlere izin vermiyor çoğunluk. Kırık diyenlere, yanmayacak
diyenlere inat, içerisi aydınlıkmış gibi davranmaya çalışıyorlar, masa,
sandalye, koltuk devire devire… Daha fazla dayanamayıp koridora çıkıyorum,
koridor da karanlık ama en azından sakin. Koridora bakan odaların önünden
geçerken fısıltılar duyuyorum, hukuksuzluklardan, eğitimdeki gerilemeden,
sağlık sisteminin yetersizliğinden, işsizlikten konuşuyorlar kısık sesle. Başka
bir odadan silah sesleri geliyor, belki bir gazeteci, belki bir çocuk… Kapısında
Meclis yazan odadan tekme tokat sesleri, küfürler duyuluyor. Bazı odalardan ise
vur patlasın, çal oynasın sesleri, alçalan ve yükselen dolarla ilgili haberler…
Bir kapının altından önce gaz, sonra da kan sızıyor, içinde ırkçı sözlerin
olduğu bir rap şarkısıyla birlikte.
Koridorun sonunda sessiz bir oda keşfediyorum, edebiyat
yazıyor kapısında. İçeride herkes ayrı masaya oturmuş ve sadece kendi
masalarını aydınlatan bir mumun ışığında, kendine yeten ve hiçbir şeyle
ilişkilenmeyen gerçeklerini aceleyle yazıyorlar. Arada bir, birbirlerine bakıp
duyulmayacak bir sesle, haset dolu sözler ediyorlar ya da birilerini
çekiştiriyorlar.
Pencere kenarına geçip dışarıyı görmeye çalışıyorum, sis
içerisinde görebildiğim tek şey, belli belirsiz bir sabah güneşi ve o güneşin
aydınlattığı, kayalara usulca çarpan dalgalar… Arkama dönüp odadakilere
gördüğüm şeyi söylemek istiyorum ama herkesin üzerine öyle bir bıkkınlık çökmüş
ki, duyabilecekleri şekilde sesimi yükselterek konuşamıyorum, bir fısıltı dökülüyor
dudaklarımdan, o fısıltıyı duyan birkaç kişi de gülümsüyor gördüğüm bir hayali
anlattığımı sanıp, dalga geçer gibi… Gördüğüm sabah güneşinin ve dalgaların
gerçekliğinden bir an kuşkuya düşüyorum. İşte tam o sırada telefon çalıyor,
yanımdaki komodinin üzerinde çevirmeli bir telefon varmış. Kimse dönüp bakmıyor
telefona, herkes çok meşgul, açıyorum telefonu, karşıdan bir ses, adımı
söylüyor, arayan Adalet Ağaoğlu. Ara ara telefon açar dertleşiriz, bu defa
geçen haftaki “Adanmış Yürek” yazımla ilgili aramış: “Yazının adını ‘Kasvet
Hastalığı’ koymalıydın, Halim’le benim yaşadığım ruh hâlini anlatmışsın” diyor.
Gençlerin kasvet hastalığına yakalanmasından şikâyet ediyor. Yazımın kasvetli
olduğu kadar umutlu olduğunu söylüyorum, sahici umutların kasvetsiz
olamayacağını… Bana diyor ki, “Biliyor musun, bütün bu hastalıklara, sorunlara
rağmen, her sabah neşeli bir şarkı açıp şen kahkahalar atarak şarkıya eşlik
etmekten vazgeçmedim.” İçinde bulunduğum o karanlık oda, Adalet Ağaoğlu’nun
konuşurken cıvıldayan sesiyle aydınlanıyor sanki, sabah güneşinin huzmeleri sisin
içerisinden uzanıp pencerenin parmaklıklarına yapışıyor, karanlığı sökmek
istercesine.
Telefonu kapattıktan sonra, o havasız odada kalmak istemiyorum,
yeniden koridora çıkıyorum. Bu karanlığın içinde kala kala, onların yarattığı
saçma sapan gündeme saplanıp, insanın yüreğini içine akıtan onca dehşet dolu
olaya tanık olup çaresizlikler yaşadıktan sonra, karanlığın düşüncelere, kalbe
sızmasını engellemenin, karşı çıkmanın bir yolu olmalı. Çocukluğumun çizgi
kahramanı He-Man’in “Gölgelerin gücü adına!” diye bağırması gibi, “Düşlerin
gücü adına!” diye bağırmak geliyor içimden o an, ama çıka çıka ağzımdan neşeli
bir ıslık çıkıyor.
Koridorda ıslık çalarak yürüyorum, şimdi ne derler,
kapılardan biri açılıp üzerime gaz, tazyikli su, mermi, hakaret, küfür, mahkeme
emri gelir mi diye düşünmeden. Bütün bu umutsuzluğun, karanlığın nedeni korku
değil mi? İnsanlar, düşsel varlıklardır. Hiçbir insan, gündüz düşleri olmadan
yaşamamıştır der Bloch. Bu düşler, kaçışa yarasa da, gerçeğe razı gelmeme
anlamına da gelir. Yanmayan bir ampulün altında, hiç olmadığı kadar kendilerini
aydınlıkta hissedenler de bir düştedir. Onlara ampulün gerçekte kırık olduğunu
söylemenin bir faydası yoktur, inanmayacaklardır. Daha iyi bir düş,
ihtiyaçlarını giderecek bir düş bulamadıkları sürece...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Mayıs 2016)