Kara bir gacırtı
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Çok bunalmışız, öyle böyle değil. Bir yandan, sahilde Foucault,
Debord, Agamben okurken başıma güneş geçmiş. Hepsinin öngörüsü, böyle giderse, modern
demokrasinin kendi çelişkilerinin kurbanı olacağı, faşizmin hayatımızdan
çıkmayacağı yönünde. Agamben, “Kutsal İnsan”da, demokrasi ile totalitarizmin
arasında içkin bir bağ olduğundan bahsediyor. Sınırlarını devletin belirlediği
bir demokrasiden medet umulamayacağını… Önümde açık duran gazeteler de bu
öngörülerin ispatı. Gezi’nin yıldönümü üstelik, üç yıl geçmiş… Üç koskoca ve
kısacık yıl…
Kungfu’ya, geçenlerde izlediğim bir Norveç TV dizisinden, “Okkupert”ten
bahsediyorum. Yeşiller Partisi güya Norveç’te iktidara gelmiş, toryum santrali
açıp ülkeyi petrole ve doğalgaza bağımlı olmaktan kurtarıyor, hatta isteyen
ülkeye sahip oldukları teknolojiyi verip, dünyayı da kurtarmak istiyorlar.
Başbakan olan Yeşiller Partisi Genel Başkanı bunu açıklar açıklamaz Rus özel
kuvvetleri tarafından kaçırılıp tehdit ediliyor, ardından da tuhaf bir işgal
süreci başlıyor. Yani iktidar, ordu, her şey yerli yerinde, ama kritik yerler
Rusya’nın kontrolünde. Halk bu işgalden rahatsız olsa da, hatta küçük direniş
grupları ortaya çıksa da, bu yeni duruma ülkeyi yönetenler kolayca alışıyor ve
medya aracılığıyla halkı ikna etmeye, savaşmadan çözüm bulunmasını bir başarı
olarak göstermeye çabalıyorlar. Kungfu, kahkahayı patlatıyor, “Bizdeki
politikacı ve gazetecileri gönderirdik onlara, en afilisinden bir Kabataş
yalanıyla gündemi günlerce meşgul ederlerdi. Chomsky ile de bir ‘milk port’
röportajı yaptılar mı, tamamdır.” Ağaçla yapılan röportajdan camide bira içildi
kışkırtmasına kadar bir yığın saçmalık… Geldiğimiz nokta da burası… İşlevini
yitirmiş bir parlamento, yüzlerce kişiyi öldüren intihar bombacıları, süren bir
savaş ve saçmalıklarla doldurulan gündem.
Başıma güneş geçtiğinden mi, okuduğum kitapların
ağırlığından mı nedir, Boğaz’dan geçen vapura takılıyor aklım. Kungfu’ya “Vapurla
okyanusa kadar gidebilir miyiz?” diye soruyorum. Soruyu ciddiye alıp bir süre
denize bakarak düşünüyor Kungfu.
“Sanmıyorum” diyor sonra, bir uzman edasıyla, “Yakıt bitmeden ya da
dalgalar bizi alabora etmeden evvel sahil güvenlik durdurur, durduramazsa zaten
batırır...” “Bir sürü can yeleği var koltukların altında, yüzerek başka bir
vapuru yakalarız” diyorum şakasına. Bu defa azarlayan bir ses tonuyla, “Bu
ülkede üretilmiş can yeleklerine nasıl güvenirsin, aklım almıyor. Hem vapurlarla
birlikte çürümüştür onlar” diyor. Sahte can yeleği mevzusu gülmeme engel
oluyor, acı bir şey akıyor içime. Bunu bile yaptılar ya, can yeleğinin
sahtesini bile yaptılar ya, ne dense boş…
Vapur kaçıracağımız yok, bizimkisi can sıkıntısından… Ama
okyanusa ulaşabileceğimize inansak, kaçırırdık kesin. Biz kaçırınca herkes
atlardı bir vapura, İstanbul’da vapur kalmaz dördüncü köprüyü yapmak zorunda
kalırlardı, hatta Boğaz’ı doldurup gökdelen dikerlerdi, fırsat bu fırsat.
“Saçmalama” diyor Kungfu, “o zaman Boğaz manzaralı evlerin emlak değeri düşer,
olmaz.” “Bu ülkede balıkçıların içine bile bir emlakçı ruhu kaçmış” diye
takılıyorum.
Okyanusu aklıma düşüren, yakınlarda okuduğum nasıl iyi
senaryo yazılacağına dair İngilizce bir kitaptı. Yazara göre, en iyi film
fikirleri okyanus kıyısındayken geliyordu. Deniz olduğu bile şüpheli Marmara’da
dönüp dolaşmak faydasızdı. Akgün Akova’nın öyle bir şiiri vardı, “yani sen de
denizsen be marmara / iki boğazın var diye göl demiyorlarsa sana / canına
okurum ben böyle işin...”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Haziran 2016)