Yaralı söz
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Sabaha karşı tekneden, denizin üzerini örten sisin içine
atlıyorum. Önce ısıtıyor su, sabaha karşı denizde hava soğuk olur. Kulaç atıp açıldıkça
üşümeye başlıyorum, ama iyi geliyor, leke bırakan düşünceleri söküp alıyor
sanki beynimden deniz. Kıyıya, balıkçılar kahvesine ıslanmış bir halde
döndüğümde, Osman Abi şaşkın, denize mi düştün diye soruyor. Şimdi nasıl
anlatabilirim ki ona, gazete yazımı yazarken bunalıp kendimi buz gibi suya
attığımı.
İngiltere’de ya da Norveç’te yazmak, burada yazmak gibi
değildir sanırım. Türkiye’de yazmak, “söz”e değer veren biriysen, zor, belalı
bir iş… Çünkü “söz” yaralı bu topraklarda, kurtlanmış bir yara... Sözcüklerin
takati kalmamış, aynı yerde dönüp duruyorlar, başka sözlere, seslere
karışamıyorlar, çünkü gittikçe daralıyor “söz”ün etrafını saran duvarlar. Bir
de üstüne Habermas’ın bahsettiği bu çağa özgü “iletişim patolojisi” eklenince…
Belki de bu yüzden bu kadar kolay saçmalıyorlar. Her defasında, yine ne
söylemişler şaşkınlığı yaşamaktan yorulup alışmaya başlayabilirsin bütün bu
saçmalıklara. İnsanın evrimsel bir laneti, hayatta kalabilmek için her şeye
alışması. Uzayda radyasyona bile uyum sağlayan hamamböcekleri kadar olamasak
da… Yalnız, bu saçmalıkların radyasyondan farkı yok, ikisi de ölümcül…
İnsanın içini en çok bunaltan da, kapalı bir yerde yaşıyor
olma bilinci. Sadece dışarıya karşı değil, içeride de kapalı bir sistem kuruyorlar.
Kapalı sistemlerde hakikate yer kalmayacağını biliyorlar çünkü, sınırsız
saçmalama özgürlüğü… Türkmenbaşı hayattayken saç sakal bırakmayı, sirki,
baleyi, arabada radyo dinlemeyi ve sokakta sigara içmeyi yasaklamıştı. O
yasaklar burada uygulansa, çoğunluğun alkışlayacağı malum, bir başka daha büyük
saçmalığa kadar birilerinin dalga geçeceği ya da öfkeleneceği…
Yozlaşmış siyasi kurumların yarattığı çürümüşlüğün en büyük
bedellerinden birisi, “söz”ün yara alması. Sık sık yalana dolana başvurulur
çünkü, hafıza manipüle edilmeden gücü muhafaza edemeyeceklerini bilirler. Ama o
güç, gelip geçicidir, kapalı sistemler eninde sonunda çöker. “Öteki”nin sözüne
güvenilmeyen bir toplumda, birlikte yaşamanın olanakları yitirilir. İnsanlar,
birbirlerine zannetikleri kadar uzak ve yabancı olmadıklarını, benzerliklerden
çok farklılıklarla hayatın güzelleşeceğini, ancak “söz”ün varlığıyla fark
ederler. Arendt’in kitaplarında bahsettiği “ortak dünya”yı, karşılıklı güvene
dayalı “söz”ün aracılığıyla keşfederler.
Bu topraklarda “söz”e düşmanlığın tarihi çok eski. Siyasi
tarihimizin baştan sona sansür, yasak, sürgün, linç, suikast ve katliamlarla
dolu olması, iktidarda olanlara her zaman saçmalama özgürlüğü vermiştir,
veriyor… Nâzım Hikmet vatan haini ilan edilirken, 6-7 Eylül Olayları’nın
sorumluları olarak gösterilip Kemal Tahir, Aziz Nesin gibi ne kadar muhalif
yazar varsa hapse atılırken, gazeteciler öldürülürken, insanlardan çok “söz”leydi
dertleri. “Söz”e sahip çıkmak, uğruna bedel ödeyenlere de sahip çıkmak anlamına
geliyor bu yüzden. “Söz” olmasa, insan bir hiçtir…
Susan Buck-Morss’un “Hegel, Haiti ve
Evrensel Tarih”te İngiltere için söylediklerini, buraya uyarlarsak, Türkiye bir
kavramdır, olgu değil; tarihsel olarak değişen, kolektif, değerlendirmeye dayalı
bir yargıdır. Siyasi mesele, tam da budur, diğer bütün meselelerin özü. Tarihsel
olarak miras alınmış kavramlarla oluşan bu kolektif bilinç değişmediği sürece,
bugün şikâyet ettiğimiz hiçbir şey değişmeyecek. Geleceği şekillendirecek
siyaset, kolektif bilinci belirleyen “söz”den geçiyor. Burada yazmak, İngiltere’de
ya da Norveç’te yazmaktan daha zor ve belalı olsa da, çok daha mühim, hayat
memat meselesi. Bu topraklarda, az da olsa bunun farkında olanlar her zaman
vardı, yine olacaklar. Saçmalıklar ve acılarla dolu bu tarihin içinde, “söz”e
sahip çıkıp uğruna bedeller ödeyenler sayesinde varolduğumuzu unutmazsak, umut
da olacak hep.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Haziran 2016)