Boşluk korkusu
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Hukukun siyaset olduğu, artık iyice
anlaşılmıştır herhalde. 12 Eylül Anayasası’nın bunca yıl neden değiştirilmediği…
Hukuk, eğer bugün hukuksuzluk ve keyfilikse, bunun sebebi, elbette güçlü olduğu
kadar zayıf da olan iktidarın siyaset yapamaması, hatta siyasete düşman olması.
Bu öyle bir düşmanlık ki, Ortega Y. Gasset’nin “Kitlelerin Ayaklanması”nda
yazdığı gibi, “devleti, her türlü yaratıcı azınlığı ezmek üzere” kullanmakta
bir sakınca görmez.
Gasset, 1929’da yazdığı “Kitlelerin
Ayaklanması”nda, II. Dünya Savaşı’nın neden olacağı yıkımı tarif ediyordu:
“Avrupa uluslarının önünde, iç yaşamlarında büyük zorluklarla, ekonomik,
hukuksal ve kamu düzeni açısından sorunlarla dolu bir dönem var. Kitlelerin
hâkimiyeti altında, devletin, bireyin, grubun özgürlüğünü ezerek, geleceği
hepten tüketmesinden korkmayalım da ne yapalım?”
Gasset’nin o gün yaşadığı endişeyi,
bizim bugün hayli hayli yaşamamız lazım, dünyayı çepeçevre saran sorunların
büyüklüğüne bakıp. Aslında Gasset, II. Dünya Savaşı’nın işaretlerini,
devletlerin politikalarından çok, kitle insanının gündelik hayatta ve
siyasetteki yükselişinde görmüştü. Bugün Türkiye’de olan da bu, sanattan
siyasete, yaşamın her alanını işgal eden kitle insanının kendi emellerini ve
zevklerini zorla toplumun geneline dayatması… İşçi kitleleri, kitle
insanlarından oluşmaz. Kitle insanı, vasat insandır Gasset için, salt nicelik
olandır, toplumsal yontulmamışlıktır.
Gasset, kitle ile toplumu
birbirinden ayırır. Toplum, çeşitli alt kültürlerden, inançlardan,
azınlıklardan oluşan heterojen bir yapıdır. Kitle ise, bir örnek insanlardan
oluşur, aynı filmi izler, aynı şeyleri giyer, aynı şekilde düşünür ve geri
kalan herkesten de kendisi gibi yaşamasını ister. Gasset’nin dediği gibi, kitle
insanı bir kitap ya da gazetede bir yazı okuyorsa, bir şeyler öğrenmek için
değil, kendi kafasındaki sıradan düşüncelerle örtüşmediğinde eleştirmek içindir:
“Yaşadığımız ânın özelliği, sıradan ruhun, kendi sıradanlığını bile bile,
sıradanlık hakkını ileri sürmesi ve onu her yerde dayatmasıdır.” Yoksa mesele
sıradan olmakta değildir; öğrenmeyi reddeden, farklı olmayı yakışıksız bulan
kitle insanının, eninde sonunda totalitarizmi arzulayacak olması...
Gezi Direnişi, yeniden bir toplum
olma çabasıydı, bireysel özgürlüklere gösterilen hassasiyet, paylaşım ve
dayanışmayla. Boşuna değildi, direnişe katılanların sık sık “ilk defa kendimi bu
topraklara ait hissettim” demesi. Duras’nın “Askıya Alınmış Tutku”daki kendisiyle
yapılan söyleşide Mayıs 68’i tarif ettiği sözler, Gezi’yi anlatır sanki:
“Herhangi bir başka zaferden çok daha faydalı bir siyasi başarısızlık oldu. O
günlerde sokakta yaptığımız gibi nereye gittiğini bilmemek, yalnızca gitmek,
bir biçimde hareket etmek, sonuçlarından, çelişkilerinden endişe etmeden
hareket etmek.” Ama iktidar, tam da kitle insanını rahatsız eden boşluk
korkusuna bütün varlığıyla yerleşti. Artık kitle insanı, devletin kendisi olduğunu
sanıyordu; yanıldığını büyük felaketlerden sonra anlayacağını, tarih kitapları
yazsa da…
Başımı kaldırıp pencereden denize
baktığımda, denizin üzerini örten kara bulutlar sanki içimi de sarmıştı. Masamın
çekmecesini açıp kırmızı palyaço burnunu çıkardım. Güzel olacaktı her şey,
böyle söylemişti, sonra da burnuma bu kırmızı palyaço burnunu takıp karşıma
geçmiş ve gülmüştü. Neden bu kadar güldüğünü o zaman anlamamıştım, alt tarafı
sevimli bir burundu. Sokakta beni gören herkes gülümseyerek bakmıştı o gün. Çok
kötü bir gün geçirmiş olmamıza rağmen, her şeyi unutmuştuk. Palyaçolar,
başlarına gelen kötü şeylerden güç alırlar, pes etmezler, düşeceklerini bile
bile kalkarlar ayağa...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Nisan 2016)