Gecenin ve günün sonuna...
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Abbas Kiarostami çekip gittikten sonraki gün şiddetli bir
yağmur başlamıştı, bayramlık giysilerini giymiş çocuklar sokaklardaydı. Bu
yağmur ona diye düşünmüştüm. Bayramlık giysilerini giymiş bu çocuklar, onu
tanımasalar da, filmlerini belki çok sonra izleyecek olsalar da, onun için
böyle güzel giyinmişler gibi gelmişti. Karın neden beyaz, gökyüzünün neden mavi
olduğunu merak eden çocuklar gibi düşünebilen biriydi çünkü. Ve tıpkı bir çocuk
iyimserliğiyle, geleceğe umutla bakıyordu, televizyonlar ve hükümetlerle bizi
birbirimizden ne kadar uzaklaştırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, üzüntü ve
mutluluklarımızın birbirine ne kadar benzediğini görerek, göstererek… Hatta bir
söyleşisinde, insanlığın radyografik bir fotoğrafı çekilse, bütün milletlerin
ve dinlerin birbirine ne kadar benzediğini görebileceğimizi iddia ediyordu.
Aynı günlerde ardı ardına intihar bombacıları, yüzlerce insanın canını
alıyordu.
Kiarostami, aslında bir tür gazete yazarı gibi, günlük
hayatta insanları izleyerek sinema yaptığını söylüyordu. Sinemacıyı, çiçekçiye
benzetiyordu bu hâliyle. Nasıl bir çiçekçi, çiçekleri yan yana getirerek bir
düzenleme yapıyorsa, o da günlük hayatın içindeki anları toplayıp ayıklayarak
yeniden düzenliyor ve perdeye yansıtıyordu. Sinemaya nasıl başladığıyla ilgili
soruyu şöyle yanıtlamıştı söyleşilerinden birisinde: “Karlı bir gün, bebeğini
kucaklamış giden bir kadın gördüm. Bebeğin ateşler içinde yandığı belliydi ve
gözleri hemen hemen kapanmıştı. Arkalarından yürümeye koyuldum, gözlerimi
çocuktan ayıramıyordum. Nasılsa, çocukların yaptığı gibi el salladım bebeğe.
Beni hiç görmediğini düşündüm, küçücük gözleri o kadar şişmişti ki… Anne, benim
orada olduğumun farkında değildi. Kavşağa geldiğimiz zaman, çocuğun elini büyük
bir çabayla kaldırıp bana el salladığını hayretle gördüm. Bu beni çok şaşırttı
ve duygulandırdı. Bu sahneyi etrafta kimsenin görmemesi beni oldukça etkiledi
ve yaşadığım bu ânın insanlara bir şekilde gösterilmesi gerektiğini düşündüm.”
Kiarostami denilince aklıma, anlattığı bu sahne gelir hep;
karlı bir gün, yoksul annesinin kucağında ateşler içinde yanan bir bebeğe el
sallayan adam… Dünyaya da böyle el sallayarak gitmemiş miydi? Ona dair
düşünürken Yaşar Kemal’i de anmıştım, onun çocuklarla ilgili yazdıklarını,
barışa ve insana dair inancını her şeye rağmen koruyuşundaki bilgeliği… Neydi
bu insanların sırrı? Doğu’nun ve Batı’nın bütün güzel değerlerini bir arada toplayabilmiş,
yaşadıkları zorluklara rağmen o çocuksu saflığı ve iyimserliği, düşünme
biçimini kaybetmemiş olmaları mıydı? Acı çekiyor olsalar da, her zaman her
şeyin iyi yanına bakmaya onları zorlayan… Beni işte o sır büyülüyordu, kitap
okuyarak, üzerine düşünülerek ulaşılamayacak, satın alınamayacak bir şeydi bu
sır. Kalbini bozmadan, sadelik ve saflıkla hayatın içinde süzüle süzüle gelen
kadim bilgiye kulak verebilmekle ilgili bir tercihti belki de bu sırrın
kaynağı.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Temmuz 2016)