İçe dönük hamle
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Sabah beş buçuk, Kadıköy’de martı sesleri devam ediyor,
balkona çıkıp bakıyorum, görünmüyorlar. Neredeler acaba? Sabah altı, çöp araçları
geçiyor sokaktan, tank geçse bu kadar ses çıkarmaz. Sabah yedi, işe gidenler
çoğalıyor sokakta. Her şey aynı. Şehrin ritmi, resmi tatillerde ya da katliam
olunca geçici bir süre yavaşlıyor.
Bu vakitlerde bazıları gazetede bu yazımı okuyacak, belki
vapurda, metrobüste, metroda, otobüste, işte, evde, kafede, kahvehanede,
durakta, tarlada, deniz kıyısında… Okuyanları hayal ediyorum, nasıllar, ne
düşünüyorlar?
Hayatın devam ettiğini gösteren işaretler yerli yerindeyse,
gazete bayilerindeki gazeteler, zamanında kalkan toplu taşıma araçları,
selamlaştığınız kişiler, artık ne bileyim, çayınızı ya da kahvenizi
içiyorsanız, güneş doğuyor ve batıyorsa… Her şey yerli yerindeyse… Bir yerlerde
birileri canlı bomba hazırlığı yapar, başka bir yerde savaş uçakları havalanır,
tecavüzler, cinayetler, doğa katliamı devam ederken…
Sokaktaki kalabalığa karışıyorum. Yürürken, göz göze
geldiğim kişilere “Nasılız?” der gibi bakıyorum. “İyi olmaya çalışıyoruz” der
gibi karşılık veriyor bakışları, uykulu, keyifsiz... İyi olmaya çalıştığımıza
göre, iyi değiliz. Umursamayanlar, benim derdim bana yeter diyenler, gazetelerdeki
iç karartıcı haberleri okumadan geçenler…
Orlando’daki katliamı düşünmüştüm bütün gece, eşcinselleri,
başka bir ırktan, milliyetten, dinden olanları insan olarak görmeyenlerin
çokluğunu... Oruç tutmayanlara yönelik şiddet dolu fantezilerini video çekip
anlatan ve sosyal medyada paylaşan, içinde taşıdığı nefretle zevkten dört köşe
olan o kişiye bakıp, hayata düşman olmanın insanı neye dönüştürdüğünü görmek
ibret vericiydi. Mesele din ise, bu tip kişilerin sözleri ve nefretinin dinle
bir ilgisi olamayacağını, Kierkegaard pek güzel anlatır kitaplarında.
Kierkegaard, dinin içe dönük bir hamle olduğunu, meselenin sadece Tanrı’nın
huzurundaki kendin olduğunu söyler. Bu içe dönük hamle, insanın kendisini
sevgiye, aşka kaptırması gibi, sonsuz bir borç olarak yaşanır. Dışa dönük
hamlede ise, alacaklı gibi davranır o kişi ve sevginin yerini nefret alır. Her
şeyi sığlaştıran kitle kültüründe, nefret de bir salgın gibi yaşanır,
yaşanıyor…
Deniz kenarına inip, sıra sıra dizilmiş kayıkların,
teknelerin ardındaki masalardan birisine oturuyorum. YKY’den Makbule Aras
çevirisiyle çıkan Goli Taraghi’nin “Kış Uykusu” romanı var yanımda. Hüzünlü bir
roman, içe dönük bir hamleyle yazılmış, kısa ama yoğun cümlelerle… Romanın bir
yerinde “Keşke mümkün olsa da baştan başlayabilsek, bambaşka koşullarda” diyor
anlatıcı. Azizi de, “Ne yapardık sanki? Yine bulunduğumuz noktaya gelirdik,
aynı hevesle” diye yanıtlıyor, “Elimizden ne iş gelir? Uyumak, yemek yemek,
okumak, çocuk yapmak, bazen de sade, kendi halinde eğlenceler, şenlikler. Yok
olma korkusu…” Aynı soruyu, bu ülke için düşündüm, baştan başlayabilseydik,
elimizden ne gelirdi? Hangi zamandan başlamak gerekirdi? Peki ya kendi kişisel
hayatlarımızda?.. Baştan başlama gibi şansımız elbette olmayacak, ama arada
sırada kendimize bu soruyu sormadığımız için, hayatın devam ettiğini gösteren
işaretlerde teselli aramıyor muyuz? Belki de hayat, sandığımız gibi devam etmiyor.
Başka bir hayatın mümkün olabileceğini ve o başka hayatın bir zorunluluk olarak
kendisini dayattığını, daha ne kadar görmezden geleceğiz?
Üçüncü Dünya Savaşı başlamış gibi geliyor bana, diğer dünya
savaşları gibi devletler arası ve cephe savaşı değil belki ama, katliamlar,
yerinden yurdundan olanlar, yayılan korku ve nefret… Yavaş yavaş
söyleyeceklerimizin tükenmesinden, kimsenin kimseyi duyamayacağı bir
sessizliğin içine gömülmekten ürküyorum bazen. Orlando, Ankara, Paris, Şam… Her
yer birbirine bu kadar yakınken, bu kadar uzak oluşumuz… Romanın sonunda Taraghi’nin
yazdığı gibi “Her derdin bir çaresi bulunur. Sabredeceğiz, sebat edeceğiz…”
Sabrederken de yaşama arzumuza düşman kesilenlere inat, yaşadığımız her ânın
hakkını vermek, “mış gibi” değil, hayata inanarak yaşamak, başka bir dünyanın
mümkün olduğunu gösterecek tek şey belki de… Gerisi gelir, bir kere aralandı mı
kapı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Haziran 2016)