Laboratuvar kaçkını
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Elimizden uçup gidecekmiş gibi çay bardaklarını sıkı sıkıya
tutuyoruz. Üzerimizden geçen bulutlar, dalgaların sesi, her şey zamanın geçtiğini
hatırlatıyor. “İyi miyiz” diye sormuştu bu sabah ihtiyar bir balıkçı, iyi
olmadığımızı biliyorum, ama çabalamalıyız der gibi. Bütün gün “İyi miyim?” diye
sormuştum ben de kendime, “Değilim” demek gelmiyordu içimden, kedere teslim
olmak istemediğim için, ama içimde bir şey usul usul kanıyordu. 400’den fazla
sığınmacının Akdeniz’de öldüğünü okumuştum daha yeni. Koca deniz, uygarlıkların
doğduğu deniz, uygarlıkların mezarı…
Bazen laboratuvarda yaşıyormuşuz gibi hissediyorum, deney
yapılıyor sanki üzerimizde. Bu kadar iş cinayeti, katliam, baskı, haksızlık,
bir iktidarı yıpratmıyorsa, totalitarizmin test sonuçları, bu topraklarda epey
yüksek çıkıyor olmalı. Entelektüel kapasitemiz ve siyaset yapma becerimizse
yerlerde sürünüyor. Köy enstitülerinin kapatılması gibi politikaların ve askeri
darbelerin meyvelerini yiyorlar tıka basa. Doyacak gibi bir halleri yok, ama
yedikleri o meyveler zehirli, tadına kanmalarıysa tarihsel bir körlük… Totaliter
rejimler, varlıklarını borçlu oldukları şiddet ve korkunun kurbanı olurlar,
oldular hep...
Walter Benjamin, solun faşizmi yeterince anlayamamasından ve
tuhaf iyimserliğinden bahseder yazılarında, özellikle Almanya örneğindeki gibi
sosyal demokratların pasifliğinden. O tuhaf iyimserliğin neden olduğu pasifliği,
ne olursa olsun, devlete karşı duydukları o derin bağlılıkta aramalı belki de…
Kaybedecek şeyleri olduğuna inandıkları sürece…Yaklaşan tehlikenin büyüklüğünü
tahmin edememeleri, yükselen faşizmin en büyük şansı olmuştu. Benzer bir şeyi,
12 Eylül için de söylemek mümkün, eskilerin anlattıklarına göre, bu kadar
kıyıcı ve kapsamlı olacağını kimse beklememişti. Bakalım, beklemediğimiz daha neler
gelecek başımıza.
Sonunda dayanamayıp çay bardağını bırakıyorum elimden. Sanki
halatın ucunu bırakmışım da uçacakmışım gibi elimden tutuyor. “İyi misin?” diye
soruyor. “Bilmem…” diyorum. Doğduğumdan beri yaşadığım ülkenin koşulları
değişmemiş, bir kobay olarak durumum fena değil aslında. Hâlâ okuyup
yazabiliyorum, dans edermiş gibi sokaklarda yürüyebiliyorum, içimde usul usul
kanayan bir şey olsa da gülebiliyorum…
Çantamdan Tezer Özlü’nün “Kalanlar” kitabını çıkarıp bir
paragraf okuyorum ona: “Hava çok güzel. Mavi gökyüzü, güneşin sıcaklığı hiç
bitmeyecek gibi. Bugün neler düşünülür, diye geçiriyorum aklımdan. Belki yazı
bile yazılır. Ne limanlar var yeryüzünde diyorum. Ne açık denizler. Ama dağlar
arasında kaybolan kaç deniz var? Haykırmak istediğim çok şey var. Büyük
kayıplar yıkacak değil bizi.” Gerisini okumuyorum, ağıtlar içinde uyumaktan
bahsediyor Tezer Özlü. Ağıtlar içinde uyuduk hep. Ninni niyetine, analar
ağıtlar yaktı çocuklarının başında. Ağıtlar, büyük kayıpların bizi yıkmasına engel
olsa da savaşları kovamadı.
Tezer Özlü’den rastgele bir paragraf seçiyor: “İktidardaki
egemen sınıf ve benim toplumumdaki düzen, her gün sayısız kez benim ve benim
gibileri vazgeçmeye ve bizi kendisi gibi olmaya zorladı. Ben bir kez aklımı
yitirdim, ama kendimi yeniden kendi elime geçirdiğimde daha da zor yenilebilir
durumdaydım.”
Kendini yeniden ele geçirmeden kendin olamazsın. Kendini ele
geçirmekse zor iş, özellikle günümüzde. Uçuşan insanlarla dolu sokaklar.
Sevmiyorum aslında böyle genellemeler yapmayı. “Dünya insanları bana birer
fabrika ürünü gibi görünüyor” diyen Tezer Özlü de, bunun insanları tanımadan
önce kullanılan çok sert bir yargı olduğunu yazmıştı.
“İyi miyim?” sorusunun cevabını, belki de aşkla birlikte
düşünmeli. Sevdiğim yazar ve şairler, yanılıyor olamazlar, hayatı anlamlı kılan
en önemli şeyin aşk olduğunda hemfikirler. Hatta Duras’ya göre, bunun o sırada
var olan bir aşk olması gerekmez, “henüz orada olmayan, gelecek ya da bitmiş
olan bir aşk da olabilir…” Çay bardağını yine sıkı sıkıya kavrıyorum, martılar
havalanıyor…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 20 Nisan 2016)