Yıkıcı bir gülüş

Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar çok gülüyorduk seninle. Bu kadar çok kötü şey yaşanırken, neşemize kimse anlam veremiyordu. Her şey bir gece, ümitsiz bir gece, sana gözümün önünden bir türlü gitmeyen gölgeden bahsetmemle başlamıştı. Yaşadığımız süreci, sana bir korku filmindeymişiz gibi anlatıyordum. Ortam da müsaitti, balıkçılar kahvesi boştu ve bir fırtına çıkmış, denizin karanlığından esip kapıyı pencereyi çarpıyordu.

Güya, Türkiye’yi karanlık bir gölge ele geçirmişti. Bu karanlık devasa gölge, sokaklarda, okullarda, fabrikalarda, insanların iç dünyalarında adım adım ilerliyor ve geçtiği yerlerde görünmeyen ama kokan bir iz bırakıyor, kirletiyordu her şeyi. İşin kötü tarafı, o pis kokuya alışmıştı çoğunluk. Alışılması, o kokunun varlığını yok etmiyordu elbette. Burnunu tıkayarak ya da geçtiği yerlere güzel kokular sıkarak, kurtulamıyordun o pis kokudan. Yapılacak tek şey belki de düşünmemekti, kokuyu düşünmemek… Ama ne yaparsan yap düşünüyordun, kaçamıyordun kokudan. Sürekli gazete ve televizyonlardan o pis kokunun her derde deva bir mucize olduğu, ne kadar solunursa o kadar uygun vatandaşlar olunacağı anlatılıyordu.

Yazdığımı sana okurken kahkaha atmaya başlamıştın. O pis kokunun her derde deva oluşuyla ilgili esprime güldüğünü sandım önce. İlginçtir, aklına Freud gelmişti. Freud’un analiz yaptığı kişilerin kendilerini işe yaramaz, zavallı, içten pazarlıklı, haset dolu ya da ne bileyim kötü şeyler yapmış kötü insanlar olarak tanımlamalarına itiraz etmeyişinden. Sen aslında iyi bir insansın filan diyerek teselliye kalkışmıyordu. Analiz, bir günah çıkarma ve avuntu bulma yeri değildi. Freud’u merak ettiren şey, neden böyle oldukları için hastalandıklarıydı. Türkiye’yi analize yatmış biri gibi hayal etmiştin. Ne demek istediğini anlamıştım, attığımız kahkahalar, o karanlık fırtınanın sesini bastırıyordu artık.

Bir sürü saçmalığın ve kötülüğün yaşandığı bu ülkeye bakıp kahırlanmanın bir faydası yoktu. Radiohead etkinliği düzenleyen plakçıyı basıp saldıranların kendilerini haklı gördüğü bir ülkede yaşıyorduk. Güya, Ramazan’da nasıl içki içilirmiş diyerek küfürlerle, yakarak öldürme tehditleriyle lince kalkışanların örnek vatandaş duyarlılığındaki kötülüğün normal bir şey gibi yaşanmasına, “Nasıl olur böyle bir şey?” diyerek üzülmek, en az o saldırı kadar saçmaydı. O karanlık gölge, bu tür saldırıları normalmiş gibi karşılayarak savunanlardan oluşuyordu. Üstelik çoktular ve içleri nefretle doluydu. Onlarca çocuğun tecavüze uğramasına ses çıkaramayanların ahlak dersi vermesindeki ikiyüzlülük, o pis kokunun asıl kaynağıydı. O kadar insanın öldüğü, sakat kaldığı Gezi Parkı’na müdahalenin yeniden gündeme getirilmesinde hiç mi bir art niyet yoktu? “Güç bizde, istediğimizi yaparız” diye düşünmek, diyalogla değil diz çöktürerek, olmadı yok ederek sorunları çözmeye çalışmanın daha büyük sorunlara neden olacağı, umurlarında değildi.

Fırtına iyice şiddetlenmişti, neredeyse iskeleye bağlı kayıkları parçalayacaktı. İkimiz de sanki fırtınadan korunmak ister gibi içimize dönüp kapılarımızı kapatmıştık. Bu kötülüğün bizimle de bir ilgisi olmalıydı, korkaklığımızla, alışmamızla, rahatımıza düşkünlüğümüzle, umutsuzluğumuzla, bencilliğimizle, küçük şeyleri kafamıza takıp kendimize ve birbirimize düşman olmamızla… Muhalefetin haline baksana, ya birbirlerine düşmüşler ya da küçük hesapların derdine. Sonra da Freud bizi teselli etsin istiyoruz, biri umutlu bir şey yazsın da umutlanalım, şikâyet ederken şikâyet ettiğimiz şeyleri yapıp durmamıza açıklamalar bulalım istiyoruz. Sorsan herkes barış ister, dünyayı sevgi kurtaracak der. Plakçıyı basıp saldıranlar da iyi insanlar olduklarını düşünüyorlardır muhtemelen, günahkârları cezalandırarak günahlarından arındıklarını… Kahırlanmayı ve kendimize acımayı bırakmadan bu ülkenin hiç de küçümsenemeyecek siyasi ve entelektüel birikiminin farkına varmamız, sahici fikirler ve hayaller kurmamız zor. Fırsat bulursanız, mesela Roy Andersson’un “Du Levande” filmini izleyin bu sıcak günlerde, gülün biraz halinize. Ben en çok kendime gülüyorum. Cemal Süreya’nın “yıkıcı bir aşk” bu dediği gibi, gülmenin yıkıcı olanı lazım bize… Balıkçılar, fırtınadan korumak için kayıkları karaya çekiyordu, tuttukları halat, fırtınanın dizginleri gibiydi, gerildikçe geriliyordu…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Haziran 2016)

0 yorum: