Gözleri kapalı
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Ben hâlâ meselenin iktidar değil, devlet olduğunu
düşünüyorum, bozuk bir makineye benzeyen devlet. Siyasete düşman olan ve onu
bitirmek için askeri darbelere ihtiyaç duyan devletin çaresizliği ile iktidarın
gücü arasında doğru bir orantı görüyorum. Biz bu kadar içeriye, içerinin
bataklığa dönen gündemine saplanıp kalmışken, bir çıkış yolu bulacağımıza dair
umutsuzum. Duygulardan yer kalmıyor düşüncelere, konu ne olursa olsun, anlık ve
tepkisel her şey, kolayca parlayıp sönen… İktidar da oyununu böyle kuruyor,
kışkırtıp umursamayarak…
Blanchot, “Savaş baskısı altında yazmak, savaş üzerine
yazmak değildir; sanki savaş insanın yatağını paylaştığı eşiymiş gibi (bu eşin
size bir yer, bir özgürlük payı bıraktığını kabul ederek) savaşın ufkunda
yazmaktır” diye yazmıştı “İtiraf Edilemeyen Cemaat”te... Bir ufuk yok, sadece
eleştiri ve nefret var, mağduriyet var, kendine ve başkasına acıma, boşluk ve
boşluktan korku var.
Ufku olmayan bir isyan, bir yere varmadığı için görülen ve
uyanılan bir rüyaya benziyor. Gezi, görülen bir rüyadan fazla bir şeydi, ama
çoğu kişi bir rüya gibi hatırlıyor, çünkü gerçeklik diye kabul edilen bu
bataklığın dışında bir hayatın olduğuna, olacağına inanamayanlar çok. Gerçek
miydi bütün o yaşananlar, gerçekse şimdi yaşadığımız ne?
Yağmur başlıyor ben bunları düşünürken, sanki yanımda
Blanchot var, bakışları dumanlı, sisler içerisinde yol almak için belki de öyle
bakmak gerekiyor. Bresson, sinemada bakışın önemini anlatırken sevgililerin
saatlerce birbirlerinin gözlerine bakıp nasıl baktıkları gözlerin rengini
hatırlayamadıklarından bahseder, çünkü baktıkları bir organ olarak göz değil,
bakışın kendisidir, o bakıştaki kendisidir, seven ve sevilen, büyüye yakalanmış
kendisi... Bizim gözlere değil, bakışa ihtiyacımız var, önümüzdeki ufku
görebilmek için.
Blanchot, iyi düşünülmediği taktirde iyi mücadele
edilemeyeceğini yazmıştı aynı kitapta. Hayal kırıklıkları, cam kırığı gibi battığı
için mi düşüncelere, böylesine uzak, kaçak düşünür olduk, bağlanmaktan
korkanlar gibi düşünmekten…
Önceki gün, çimlere uzanmış, bulutların ardında bir görünüp
bir kaybolan güneşe bakarken, bütün olup bitenler, yani saçma, akıl dışı gibi
gelen her şey, kocaman bir acizlik gibi göründü gözüme. Bu acizliğin en önemli
nedeni, yaşadığımız toprakların sahip olduğu birikimi kullanmayışımız. Yaşar
Kemal, Sabahattin Ali gibi yazarlar, bu toprakların birikimine inanmışlardı.
İnanmasalar, neden bütün o zorluklara göğüs gersinlerdi ki, sadece mecbur
oldukları için mi? Türkülerini, ağıtlarını, hikâyelerini dinlesen, köylüsüyle
tarlada, işçisiyle fabrikada çalışsan, sen de inanırsın belki, inanır mısın? Ben
inandım, birileri bana enayi misin diye çıkışsa da, varsa bir bedeli taktım
yakama görünmeyen bir çiçek gibi. En ufak bir yanlışı büyütüp bütün bir sınıfa,
halka mal etmenin, gerçekte bir yansıtma olduğunu düşündüm, kafandaki gibi
olması gerekmiyordu hiçbir şeyin, aşk dahil, önce bunu kabul etmek gerekiyordu
belki ve ucuz kahramanlıkların sadece kendine zarar vermediğini… Neden
inanmıyoruz, neden o köylü de, işçi de inanmıyor kendisine, inanacağı birisini
arıyor sürekli, üstelik biliyor da o inandığı kişinin gerçekte kendisini daha sefil
hallere düşüreceğini. Tuhaf bir kendini küçük görme, kendine acıma hâli sarmış
her yeri, sahte bir özgüvenle…
Solcusu da, sağcısı da okumuyor çünkü yeterince, hatta
sağcılar tekrar tekrar aynı değersiz şeyleri okuyor olsalar da daha çok okuyorlar
sanki. Belki kitle kültürünün etkisi, bilgiyi küçümseme ya da kolay bilgi, hap
bilgi, yüksüz, belleksiz yaşama biçimi… Bilgi, bir yük çünkü, edinmek için çaba
gerektiriyor ve kısa süreli bir faydası da olmayabiliyor. Her şey,
bilgisayarlar, akıllı telefonlar gibi hızlı olsun, pratik olsun isteniyor, aşk
bile, çünkü vaktimiz yok. Herkes aynı şeyi söylüyor, kitap okumaya, sinemaya
gitmeye vaktimiz yok. Facebook’a bakınca, herkesin vakti bolmuş gibi gözükse
de…
Bize düşünce isyanı lazım, duygusal isyanlar değil. Bu
bozuk, kan sıçratan, ağır mı ağır, hantal mı hantal devlet makinesinin fişini
prizden çekip gürültüsünden bizi kurtarıp düşünmeye sevk edecek bir isyan. Çok
mu zor, imkânsız mı? Sokakta, yağmurun altında kollarımı açıp Bataille’ın şu
sözlerini haykırıyorum: “Dostlarım! Camları tozlu havasız evler gibi: Gözleri
kapalı, göz kapakları açık!”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Nisan 2016)