Kötü cinin laneti
Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0
Görüşlerini pek dışarıyla paylaşmayan, bilge kişiler vardır.
Pencere kenarına oturmuş çayını yudumlayan ihtiyar ya da genç kadınlar, kahvehanede
sessizce bir köşede oturup sürekli bulmaca çözen, ama bazen insanı dumura
uğratacak sağlam espriler yapan adamlar… Çaktırmadan olup biteni dikkatlice
izleyen bu insanların sanki başka bir gezegenden dünyayı izleme ve anlama
göreviyle geldiklerini düşünürüm. O insanlarla dağda bir Yörük çadırında da,
şehirde bir otobüs durağında da karşılaşabilirsiniz, sayıları az olsa da her
yerdedirler.
Üniversitede okurken yazları sahilde kitapçılık yapardım kendi
tezgâhımı açıp. Bir defasında, neredeyse elimdeki bütün felsefe kitaplarını
alan, emekliliği yaklaşmış bir postacıyla tanışmıştım. Heidegger’e ve
Spinoza’ya özel bir merakı vardı. Şaşırdığımı görünce kızdığını hatırlıyorum,
felsefeyle ilgilenmek sanki sadece belli bir kesimin işiymiş, bir postacı
fenomenoloji üzerine kafa yoramazmış gibi bir önyargım olduğunu o zaman fark
etmiştim. Akademisyenleri bağlayan ve sınırlayan kurallardan azade olması, onun
için bir avantajdı sanırım. Spinoza’yı dilediği gibi yorumlayabilirdi ve
kimseye de bu yüzden hesap vermek zorunda değildi.
Geçenlerde onu balıkçı kahvesinde gördüm, önündeki gazetenin
sayfalarına gömülmüş, defterine notlar alıyordu. Not alarak gazete okuması
ilgimi çekmişti, izin isteyerek yanına oturdum. Gazetenin ekonomi sayfasını
didik didik etttiğini görünce, merak edip sordum, felsefeye olan ilgisi
ekonomiye mi kaymıştı? İzleri takip ettiğini söyledi, şirketlerin arkalarında
bıraktıkları izleri takip etmeden siyasetin gidişatını anlayamazdık. “Paranın
izini takip etsinler, her şeyi çözerler…”
Ülkenin gidişatı üzerine konuşurken, ayıplı bir kötü cin
fıkrası anlattı, hani dilek olarak kaynanasını görmek istemeyen adamın
gözlerini kör eden cinle ilgili. Totaliter iktidarlar, kötü cinlerdi ona göre
ve kendi yöntemlerine göre insanların dileklerini gerçekleştirirken, ağır
bedeller ödetiyorlardı. Sorun kötü cinde değil, sorun şişeden çıkan her cine
inanan, kimden ne dileyeceğini bilemeyen halktaydı. Spinoza’nın kulağını
çınlatarak, hurafenin ve cehaletin kalabalıklar içerisinde nasıl hayat
bulduğunu anlatmaya koyuldu. Sonra defterinden, Spinoza’nın “Teolojik-Politik
İnceleme”de yazdığı bir paragrafı okudu: “Kitlelerin mizacının ne denli
değişken olduğunu bilenler, onlara neredeyse hiç güvenmezler. Gerçekten de
kitleyi aklı değil, yalnızca duyguları yönetir. Her şeyi kör bir tutkuyla
isterken, kendisini açgözlülüğe ve gösteriş merakına pek kolay kaptırır. Her
insan yalnızca kendisinin her şeyi bildiğini sanır ve her şeyi kendi mizacına
göre idare etmek ister. Bir şeyin haklı ya da haksız olduğunu, ondan
sağlayacağı yarara ya da zarara göre değerlendirir.”
Emekli Postacı’nın okuduğu bu satırlara, Flippo Del
Lucchese’nin “Machiavelli ve Spinoza’da Çatışma, Güç ve Özgürlük” adlı
kitabında da rastlamıştım. Kitabı söyleyince hemen not aldı defterine ve şöyle
dedi: “Spinoza’ya göre herkes tabiatı gereği başkalarının da kendi düşünce
tarzına göre yaşamasını ister, ama bu çaba herkes tarafından eşit ölçüde istenecek
olursa, o zaman herkes birbirine engel olur. Herkes, herkes tarafından övülmeyi
ya da sevilmeyi isterse, herkes birbirinden nefret eder. Hem dışarıdan, hem
içeriden izole edilmiş bu ülkede birleştirici unsurlar azaldıkça, nefretin
artmasından daha doğal ne olabilir ki? İç barış sağlanmak isteniyorsa, akıl ile
duygular arasında ilişki kuracak, insanları izole eden duygulardan kurtaracak mekanizmalara
ihtiyaç var. Yazılı ve görsel basının bu kadar akıldan uzaklaşmış,
kamplaştırıcı ve izole edici olmasından daha büyük bir tehlike göremiyorum.”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Temmuz 2016)