Bekleyiş
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Bir şey olmasını bekliyorum, ne olduğunu bilmediğim bir şey. Godot
gelmesin aklınıza, o büyük katliamdan sonra vaktin yaklaştığından eminim.
Yorgun ve uykusuz olsam da, yorgun ve uykusuz hissetmiyorum beklerken. Tek
korkum, kim olduğumu unutmak. Beklediğim şey geldiğinde ya kendimi
hatırlamazsam, bunca yıl yapıp ettiğim, yazdığım yaşadığım her şey, hiç olur.
Barthes, beklemenin büyüsünden bahseder, “Âşık mıyım?” diye sorar
kendine, “Evet, beklediğime göre…” Âşık olmayan beklemez… Artık bekleyenler
azalmışsa, çocukluklarından başlayarak kendilerini unutanlar çoğaldığı içindir…
İnsanlar, kendilerini unuttukça tekdüzeleşirler. Hayatın tekdüzeleşen
çeşitliliği, hayattan tat almayı, hatta acı çekmeyi bile imkânsızlaştırır.
“Geleceği ezbere bildiğini” söyleyen Paul Valéry’nin ıstırabı…
Bu yazılar da hep bir
bekleyişin ürünü. Belki de balıkçılar kahvesinde, denize bakarak yazmayı bu
yüzden seviyorumdur. İşte yine buradayım, yağmurun cama vuruşunu izleyerek.
Karbonatlı çayı içerken kendimi hatırlıyorum, hangi yılda yaşadığımın bir önemi
kalmıyor, zamanın koridorlarında beklediğim yerleri dolaşıyorum. Bir tren garı,
pastane ya da sabahın köründe bir çorbacı… Cezaevi, hastane ya da mahkeme önü…
Cemal Süreya “beklemek gövde kazanması zamanın” demiş ya, o gövdelere
sarılarak… Şimdi olduğu gibi çantamda her zaman bir defter ve bir kitap.
Yaşanmış bunca aşk, acı, kendini feda etmiş bunca hayat varsa… O hayatları ve
hayalleri anlatan bu şiirler, romanlar yazılmış, filmler yapılmışsa…
Beklemekten ümit kesilebilir mi?
İdeolojik sığınaklar
bombardıman altında olduğundan, liberalizmin hayal kırıklığı yaratan ilerleme,
içi boşaltılmış demokratik eşitliği yüzünden, Kraucer’in “Film Teorisi”nde dile
getirdiği gibi, doğal akıl lanetlenerek “sönük ruhlarda din ateşi”nin körüklenmesine
tanık olduk, bekleyişimizde. “Toplumsal gövdenin atomlarına ayrılması” diye
tanımlıyor Kraucer, felaketlere neden olan bu manevi enerji boşalmasını.
Kendini unutan, hatta unutmak için çabalayan insanların oluşturduğu “yalnız
kalabalıklar” değil mi, felaketlerin bir nedeni de?.. Bugünlerde sık sık
gördüğüm duvar yazısı, bir feryattan öte bir şey: “Bizi Bombalar Değil Sizin
Sessizliğiniz Öldürüyor.”
Bu ülkede bütün
felaketler, yaşanmadan önce gerçekleşiyor. Hayatta kalmamız, sağ olduğumuz
anlamına gelmiyor. Öfke çığlıklarının yankısı duyuluyor her köşeden. O
çığlıkları bir kere duyunca gitmez kulağınızdan, sizinle yaşar ve çığlığın
kendisine dönüşürsünüz zamanla, duymazsınız artık.
Yaşadığımızı sandığımız
bu hayatta çatlaklar açacak, kalabalıkları yalnızlıktan kurtaracak şey,
Ranciére’in “Farklı Dünyaları Düşünmek”teki yazısında dile getirdiği
“özgürleşmenin kolektif aklı”nı harekete geçirecek olan siyasal öznelerdir.
Siyasal özneler, mutabakat mantığından kopup, küresel ve tarihsel
zorunluluklardan sıyrılarak başka dünyaları keşfedebilirler ancak. “Geleceği
tasavvur etme ve bütün topluluğu himaye etme yetkisini elinde bulunduran
seçkinler ile kendi özel ve günlük çıkarlarına mahkûm edilmiş yığını
birbirinden ayıran” mantık yıkılmadıkça, felaketleri önlemek mümkün değil.
Beklemekten usanmamış
Turgut Uyar’ın dizelerini yazıyorum defterime, yağmurun ardındaki denize
bakarak: “hazır olmalıyım, dağlardan doruklardan o büyük nehir geliyor…”
Bekleyiş olduğu sürece umut var… Bekliyorum, unutmayarak hiçbir şeyi…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Ekim 2015)