Bavuldaki göbek bağı
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Dünyanın en güzel yerlerinden birinde, deniz kenarından Midilli’ye
bakarken, romantik sözler etmek yerine, hayatı korkunç rüyalara hapsedenlere
lanet okurken yakaladım kendimi. Daha doğrusu kendimi yakalamaktan usanıp
bırakmış olmalıyım ki, Midilli’ye doğru yüzme isteği bile duydum içimde. Çünkü
az evvel arkadaşım, buradan Yunanistan’a geçmeye çalışan mültecilerden
bahsetmişti. Bir sabah uyandıklarında, evinin bahçesinde onlarca mülteciyi
birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüş. Anlamayıp korkmuş önce, çünkü o kadar
ıssız, insansız bir yerde yaşıyor ki… Sonra yaklaşmış yanlarına, yiyecek, su
vermiş, aralarında İngilizce konuşanlar varmış, anlamış olup biteni. İki bota
binip farklı yönlere doğru yol almış mülteciler. Sabah olup kıyıda yüzen
bavulları görünce telaşa kapılmış arkadaşım, bot battı, insanlar öldü diye kendini
paralamış. Sonra öğrenmiş, botlardan biri batma tehlikesi yaşayınca,
mültecilerin yanlarındaki bütün eşyaları, bavulları denize attıklarını. Denizde
yüzen bavulları toplayıp karaya çıkarmışlar. Bütün o pasaportlar, yolculuk için
biriktirdikleri paralar, giysiler ıslandığı için güneşe serip kurutmuşlar,
belki bir yolunu bulup sahiplerine ulaştırırlar umuduyla. O bavullardan
birisinde, kavanozun içinde bir bebeğe ait göbek bağı da varmış…
Daha geçenlerde Avusturya’da terk edilmiş bir kamyonun içinde 71 ölü
mülteci bulunmuştu, ertesi gün mültecileri taşıyan bir tekne batmış ve 80 kişi
hayatını kaybetmişti. Midilli’ye doğru bakarken Paul Nizan’ın haykırışı
çınlıyor kulaklarımda: “İnsan nereye saklandı? Boğuluyoruz; çocukluktan
itibaren bizi sakatlıyorlar: Hepimiz canavarız!”
Canavar olmak için illa birini öldürmek gerekmiyordu. Şiir yazmak,
sinemaya gitmek, âşık olmak, kitap okumak, bohem bir hayat sürmek ya da sonsuz
bir arınma için çabalamak, canavar olmaya engel değildi. “Tekil bir tesadüf,
insanı kurtarmaya yetmiyordu.” Paul Nizan’ın “Aden, Arabistan” kitabını yeniden
okumuştum. Kitapta insanların saklandığı yerleri öyle güzel tarif etmişti ki…
Gerçekte kaçanlar, o botlara binip bir bilinmeze doğru yol alanlar değil, henüz
mülteci olmayanlardı… “Herkes kendi bildiği yoldan kaçmak istiyordu.”
Akademilerdeki kürsülerin, sözcük oyunu sanılan şiirin ve felsefenin, sahne ışıklarının, sıkıntıdan çatlarcasına eğlenmenin, aile kurup çocuk yapmanın, sahte bir özgüvenin içine yuvalanmış umursamazlığın, bilginin, cahilliğin, dinin ya da çoktan ölmüş bir devlet hayalinin arkasına öyle güzel saklanıyorduk ki, kendimizi biz bile bulamıyorduk artık… Yok olmak işimize geliyordu çünkü. “Nereye saklandınız?” diye haykıran biri çıktığında, bu yüzden üstümüze alınmıyor, kaldığımız yerden devam ediyorduk yaşadığımızı sandığımız, başkalarına olduğu kadar kendimize de söylediğimiz yalanlardan kurulu hayata.
Akademilerdeki kürsülerin, sözcük oyunu sanılan şiirin ve felsefenin, sahne ışıklarının, sıkıntıdan çatlarcasına eğlenmenin, aile kurup çocuk yapmanın, sahte bir özgüvenin içine yuvalanmış umursamazlığın, bilginin, cahilliğin, dinin ya da çoktan ölmüş bir devlet hayalinin arkasına öyle güzel saklanıyorduk ki, kendimizi biz bile bulamıyorduk artık… Yok olmak işimize geliyordu çünkü. “Nereye saklandınız?” diye haykıran biri çıktığında, bu yüzden üstümüze alınmıyor, kaldığımız yerden devam ediyorduk yaşadığımızı sandığımız, başkalarına olduğu kadar kendimize de söylediğimiz yalanlardan kurulu hayata.
Sartre, Paul Nizan’ın kitabına yazdığı önsözde “Merkez ülkelerde
sislerle çevrili olan mevcut düzen, sömürgelerde bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkar” diye yazmıştı. Avrupa’daki mevcut düzen, nasıl Avusturya’daki o terk
edilmiş kamyonsa ya da Akdeniz’de kıyıya vuran çocuk cesetleriyse, bizdeki
mevcut düzeni görmek için de bu topraklarda çocukların öldürüldüğü yerlere
bakmak gerekiyordu.
Paul Nizan, kitabın bir yerinde şöyle sesleniyordu savaş sevicilere: “Küstah bir kibirle kasıla kasıla gözümüzün önünde şehitleri istismar ediyorlar: Ölülerin tüm parçalarını halka satan rezil kasaplar, bu şerefli kadavraların hiçbir kısmını ziyan etmiyorlar. (…) Onlar yüzünden tüm yüreklere savaşın, askeri kampların ve hava izinlerinin pis kokusu sindi.” Devamında ise bir uyarıda bulunuyordu: “Ölüleri yeme âdeti olmayan işçilere karşı alttan alta iç savaş örgütleniyor.”
Paul Nizan, kitabın bir yerinde şöyle sesleniyordu savaş sevicilere: “Küstah bir kibirle kasıla kasıla gözümüzün önünde şehitleri istismar ediyorlar: Ölülerin tüm parçalarını halka satan rezil kasaplar, bu şerefli kadavraların hiçbir kısmını ziyan etmiyorlar. (…) Onlar yüzünden tüm yüreklere savaşın, askeri kampların ve hava izinlerinin pis kokusu sindi.” Devamında ise bir uyarıda bulunuyordu: “Ölüleri yeme âdeti olmayan işçilere karşı alttan alta iç savaş örgütleniyor.”
Midilli’ye bakarken, denizin içinden kocaman bir Ay çıkmıştı, daha
önce hiç bu kadar büyük görmemiştim, korlaşmış gibi parlıyordu. Turgut Uyar’ın
“Ay Ölür Yılgınlık”tan şiiri geldi hatırıma. Öfkesinden böyle kor kor
parlayarak değil, ölürse yılgınlıktan ölür Ay…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Eylül 2015)