Rüzgâr bizi götürecek
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Çok üşüyorum bu ara, sanki kış ortasında fırtınalı bir tepeye
çıkmışım, halbuki metrobüste, sokakta, evde… Bir üşüme geliyor gitmiyor. Adalet
Ağaoğlu’nun romanının ismi gibi, “ruh üşümesi” diyorum ben buna. Ankara
Katliamı’ndan sonra, daha da soğudu, buz gibi oldu her şey.
Bataille, zorlama olmadan, tutku olmadan yazılamaz diyordu. Yazı
kendini gereklilik ve aciliyet içinde dayatır. Kendimi zorlayarak oturuyorum
yazı masama, zorluyor beni yazmak. Önce öfke dolu şeyler yazıyorum, ısıtıyor
içimi biraz, ama yetmiyor. Sevgiyle yazmadıkça, ısınamayacağımı biliyorum. Ne
kadar üşüsem de pencereyi açıyorum, bir trendeymişim gibi içeriye rüzgâr
doluyor, hareket ediyor her şey. 90’larda yaptığım bir tren yolculuğu geliyor
aklıma, kıştı ve çok üşüyordum, ısıtacağından emin, bir şiir kitabına sıkı
sıkıya sarılmıştım. Şöyle düşünüyordum o zaman da, dünyayı, insanları sevmeyen
biri, nasıl yazabilir ki? Daha bilmiyordum, işkenceci katillerin neye
benzediğini. Bizimki gibi burun delikleri, ağızları, bir sesleri olmasını kabullenmekte
hâlâ zorlanıyorum. Ankara Katliamı’nı yapan o canileri, keşke başka türlü bir
yaratıklarmış gibi hayal edebilsek, insana benzemeseler. Trenin restoran
kısmına geçişteki aralıkta trenin penceresini açmıştım ve kar taneleriyle
birlikte sert bir rüzgâr çarpmıştı yüzüme. Yanımda o sıra bir kadın bitmişti,
gülerek “Ne yapıyorsun?” demişti. “Nefes alıyorum” demiştim. “Rüzgârı yutarak
mı? demişti. Trenin içi havasız değildi, pencereden giren rüzgâr, havadan başka
bir şeydi. Sonra, “Gözlerini kapatarak rüzgârı dinle” demişti. Trenin
penceresinden başımı çıkarıp, dediğini yapmış, rüzgârı dinlemiştim. “Ne
duydun?” diye sormuştu, gözlerimi açar açmaz. “Rüzgârın sesini.” “Peki ama ne
anlatıyordu?” Esen her rüzgârın bir şey anlattığını o zamanlar bilmiyordum. Ben
de “Bilmiyorum” demiştim. “Dinlememişsin, kafandaki sesleri susturup
dinleseydin, duyardın rüzgârın söylediklerini” demişti. Kim olduğunu merak
etmiştim, Leyla’ydı adı, Suriyeli olduğunu söylemişti, ama Berlin’deydi ailesi,
Moğolistan’a gidiyordu. Tren yolculuğu boyunca, bana rüzgârı dinlemeyi
öğretmişti. Ona göre erkekler “ölümlü”, kadınlar da “doğumlu”ydu, bu yüzden
rüzgârın sesini duymak için erkeklerin ayrıca çaba göstermesi gerekiyordu.
Yıllar sonra Arendt’de rastlamıştım “doğumlu”luğa, siyaset felsefesinin
merkezine insanın ölümlü oluşunu değil, doğumlu oluşunu koyuyor, insanların
ölmek zorunda olsalar da, yeniyi başlatmak için doğduklarını söylüyordu.
“Yeniyi başlatmak”, o
günlerde içimde tam da böyle bir inanç yeşeriyordu. Onunla o tren yolculuğunda,
Türkiye’de yaşanan kötü şeylerden konuşmuştuk, gözaltında kayıplar, faili
meçhul cinayetler… “Tükenme belirtileri bunlar” demişti, “devlet, iktidar
tükeniyor, yenileyemiyor…” Körleşmiş siyasetten konuşmuştuk sonra, siyaseti
sadece toplumun belli bir kesiminin ihtiyaçlarını gidermekten ibaret sanan
iktidarın, toplumu kutuplaştırarak kendi yıkımına doğru sürükleyişinden.
Totaliter iktidarların insana dayattığı tek boyutlulukta, rüzgârların da
susturulacağından… Sonra Furuğ’un “rüzgâr bizi alıp götürecek” şiirini
okumuştuk, karla kaplı bembeyaz bir ovanın ortasında güneşin doğuşunu izlerken.
Şimdi yine, pencereden başımı uzatıp rüzgârın söylediklerini duyabilmek için çabalıyorum. Seçimden önceki son yazım bu ve sanki seçim sonuçlarını duyacakmış gibi gözlerimi kapatınca, Leyla’nın uyarısı geliyor aklıma, “Kafandaki sesleri susturamazsan rüzgârın ne dediğini duyamazsın.” Hem, rüzgâr sana duymak istediklerini söylemez, duyabileceklerini… Ama kafamın içindeki sesleri susturamıyorum bir türlü, çok şey oldu ve o kadar çok insan öldü ki…
İyi ve kötünün ne
olduğuna dair bütün o kafa karışıklıkları, bunca şeye rağmen azalmamışsa, yazık
bize, bu ülkeye… İş cinayetlerinde ölen binlerce insan, oy verenler için bir
anlam ifade etmiyorsa… Savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğu, bırakın
Suriye’de yaşananları, Cizre’de kurşun delikleriyle dolu binalara,
buzdolaplarında saklanmak zorunda kalınan cesetlere bakıp görülemiyor ve barış
diye yırtınanlara değil de, savaş çığırtkanlarına kulak veriliyorsa, Iris
Murdoch’ın Ayrıntı’dan çıkan “İyinin Egemenliği”nde yazdığı gibi, sevginiz
yanlış ve yanlış bir iyiye doğru hareket ediyorsunuz demektir. Kötü demiyor
Murdoch, yanlış diyor. Niyetinizin iyi olması, korkunç sonuçlar doğuracak bir
yanlışı yapmayacağınız anlamına gelmiyor.
Umutsuzluğun en korkuncu,
iyi olana duyulan sevginin yitimi olsa gerek. Melanie Klein, “Haset ve
Şükran”da büyük acılardan, felaketlerden sonra yeniden huzura kavuşan
insanlardaki dayanıklılıktan, içsel güçten bahseder, bunun nedenini ağır
mutsuzluk kaynağı olan hasetten kurtulmakla, Murdoch’ın tabiriyle “gerçek
iyi”ye duyulan inanç ve sevgiyle açıklar. Bugün ihtiyaç duyduğumuz tek şey,
içimizdeki “gerçek” iyiliğe inanmak ve onun için mücadele etmek… Rüzgârın
söylediği buydu…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Ekim 2015)