Erişilmez şeyler rüyası
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Doksanlarda uyumuş ve bugünlerde uyanmış olduğunuzu düşünün.
Çatışma ve ölüm haberleri, bir süreklilik duygusu verecektir kesin, ama şimdiki
iktidarın konumu, basının durumu, sosyal medya, Suriye’de yaşananlar,
Roboski’den Soma’ya, Suruç’tan Ankara’ya bir dizi korkunç katliam ve daha pek
çok şey yüzünden aklınızı kaçırmanız da olası. Aklınızı kaçırtan, ölen yüzlerce
insandan çok, bütün bu korkunç olayların nasıl üzerinin örtüldüğü ve hiçbir şey
olmamış gibi iktidardan gündelik hayata her şeyin aksamadan devam etmesindeki
tuhaflık olurdu muhtemelen. Ama gerçekte sanıldığı gibi devam etmiyordu hiçbir
şey. Dış yüzey yanıltıcıydı; insansa mesele, her zaman yanıltır.
Beni en çok şaşırtan, gazetelere bakıp Türkiye’de toplumun
yarılmışlığı olurdu muhtemelen. Belki de bu yarılmışlık, sanıldığının aksine
iyi bir şeydir. Belki de seçim sonuçları, siyasetin başka kanallarını açmaya
zorlayacak, otoriterleşme arttıkça bambaşka kaçış çizgileri ortaya çıkacak
zaman içinde...
Geleceği öngörmeye çalışmak
yine de faydasız. Sitüasyonistler, her fırsatta, mutlu yarınlara dair
beklentinin bugünkü neşemizi öldürdüğünü, önemli olanın “şimdi”yi kurmak
olduğunu söylerler. “Şimdi”ye yeterince kafa yormadığımız için değil mi,
başımıza gelen bütün bu belalar? Arkadi ve Boris Strugatski’nin “Kıyamete Bir
Milyar Yıl” adlı bilimkurgu romanında, Veçerovski’nin dediği gibi, “Bizi neyin
beklediğini kim bilebilir ki? Ne olacağını kim bilir? Belki güçlü bir şey olacak,
belki adice bir şey. Belki de ölüm gelecek, belki ölüme mahkûm edecekler.
Geleceğe fazla dalmak yersiz…” Veçerovski, sonra da bulduğu çözümü söylüyordu:
“Keyifsiz olduğumda, melankoliye kapıldığımda, yaşamaktan sıkıldığımda
çalışmaya otururum. Belki başka reçeteler de vardır ama ben bilmiyorum. Veya
onların bana yararı olmuyor.”
Benim bulduğum çare de çalışmak
ve yürüyüşe çıkmak... İstanbul tüketilmeyecek bir şehir. Barthes’ın New York
için söylediği gibi kısa mesafeler labirenti… Sokakları, caddeleri ne kadar iyi
tanırsan, kaybolmuş hissi de o kadar artar. Yalnızca kentte değil, kendi
benliğinin içinde de kaybolduğunu hissedersin ki, insan kaybolmadan kendini
bulamaz. Bugünlerde yürüyüş yapmaksa daha bir zevkli, sonbaharda yaprakların
döküldüğü ara sokaklarda… Bazen denk gelince karşılaştığım insanlarla kısa ama
yoğun sohbetler... Bir ağacın altındaki bankta oturan yaşlı bir kadın, işe
gitmek için durakta bekleyen bir güvenlik görevlisi, okuluna koşturan bir
liseli… Çoğunun umurunda değil ifade özgürlüğü, ekonomi deyince cebine girene
ve çıkana bakıyor, siyasettense hiçbir beklentisi yok, çocuğunu işe soksa
yeter. Siyaset, bir seçim oyunuymuş gibi değil de hayat memat meselesi gibi
algılanır ve ona göre çareler üretilirse… Çünkü baskı dediğimiz şey, sadece
saray ve onun iktidarından ibaret değil, her yerde ve tam teşekküllü bu tecrit
koşullarında herkes önce kendisini kurtarma derdinde. Bunu metrobüs
kuyruklarında bile görmek mümkün, o itiş kakış içinde oturacak yer bulma ile
hayatta kalma mücadelesi birbirine o kadar benziyor ki. Herkesin kendisini
yuvasında hissedeceği bir dünya, yine herkesin birey olarak kendisi hakkında
açık bir bilince sahip olmasıyla gerçekleşebilir ki, onun işaretleri de var her
yerde. İnsanlar kendilerini değil de iş, eş, araba, ev istedikleri için mutsuz
olduklarını anladıkça değişecek bir şeyler.
Sonbahar yapraklarını savuran rüzgârı peşime takmış, taş ve ahşap binalarıyla zamana direnen bir sokağa saptığım zaman, doğduğumdan beri aslında bir rüyanın içinde yaşadığımı düşündüm, nasıl dayanabilirdim ki başka bunca acıya, karanlığa... Gördüğüm rüyada uyandığımı hayal ederek uyanıyordum sadece, bütün yazmam ve yaşamam o rüya içindi. Gülten Akın, bir şiirinde “Kendinden önce şarkısı vardır söylenir / Dünyaya gelir gelmez herkesin” dediği gibi, benden önceye aitti rüyam, biliyordum bunu. Çocukken babamdan duymuştum ilk defa şiirlerini. Aynı şiirdeki Gülten Akın’ın “Sana rüyalarımı bırakıyorum” dizesi geliyor aklıma sonra, içim buruk. “Bütün çocuklar sustu, şarkılar sustu / Aklın alabildiği beyazlıkta / Kimse farkında değil yalnız ben / Bir deli poyraza tutulacak / Erişilmez şeyler üstüne bunca rüya…” Eski yağmurları düşünerek içlensek de, “erişilmez şeyler”in rüyası görüldüğü sürece, yaşamaya değer bu hayat, aydınlık, deli, rüzgârlı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Kasım 2015)