Sonsuz sevme
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Bu topraklarda gün gelecek ya müthiş güzel şeyler olacak ya da
kahrolup yok olunacak hep beraber. Hrant Dink gibi, Tahir Elçi gibi güzel
insanlar da bu topraklardan çıktı, onları katleden karanlığın hizmetkârları da…
O insanların güzelliği, iyiliği, dürüstlüğü, hakikat ve özgürlük sevgisiyle
doğru orantılı bir kötülükseverlik, kana susamışlık, alçaklık…
Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi’nin dediği gibi, öldürüle öldürüle
geriye “bir avuç güvercin” kalsa da, ortalık ölü yiyici, hayata düşman
olanlarla dolsa da, Hollanda’da sözde İslam Üniversitesi’nin rektörü Ahmet
Akgündüz gibi, “Su testisi, su yolunda kırılır” diyerek “öldürülmeyi hak etti”
mesajı verip hayatını insan haklarına adamış bir aydının ölümüne sevinenler,
hatta geride bıraktığı eşini açık açık ölümle tehdit eden başkaları olsa da…
Ben biliyorum ki, Hrant Dink’in ölümünden sonra olduğu gibi, Tahir Elçi’nin
arkasından da yüz binlerce insan gözyaşı döktü, yürekleri içlerine aktı,
kahrolup utandılar, bu cinayeti, cinayetleri önleyemedikleri için.
Yaşar Kemal’in yazdığı gibi, o
güzel insanlar, o güzel atlara binip gidiyorlar, ama emin olun ki, başka güzel
insanlar gelmeye devam ediyor; az da olsa varlar her yerde, yürekleri parça
parça karanlığın içinde bir mum yakabilmek için bütün iyicil değerleri kökünden
söküp atmaya çalışan fırtınalara bedenlerini siper ederek… Suruç’ta, Ankara’da,
dünyanın herhangi bir yerinde parçalanan bedenlerini… Eğer böyle düşünmesem, o
güzel insanların varlığını ve yokluğunu hissetmesem, onların hayatlarını boşuna
değil, şiirsel adaletin yaşanacağı güzel günler uğruna kaybettiklerine
inanmasam, ne işim var ki benim buralarda, ne işimiz var? Niye yaşıyoruz ki?
Bunun adı umut ya da başka bir şey değil. Hatta bırakalım artık şu umut
meselesini bir kenara. Bizim umuda ihtiyacımız yok, kendimize ve birbirimize
ihtiyacımız var, eskisinden daha da fazla.
Aslında bütün bu acılar,
yaşanılanlar, siyasal bir özne olarak kendimizi daha fazla ortaya koymamızla
sonuçlanmalı. İnsanın kendisini “hiçleştiren” şeylere boyun eğmesine, “ölüm
endişesi”ni körükleyerek hiç ölmeyecekmiş yanılsamasına kapılmasına neden olan
bu çağın karanlık ve görünmez yasalarından sıyrılmalı. Critchley’in
“İmansızların İmanı”nda yazdığı gibi, “sonsuz sevme talebine bağlı” sıkı ve
eylemci biri olarak varlığını ilan etmek varken… Karanlığın hizmetkârları gibi
bir güvence, teminat ya da ödül beklemeden, varlığının en derinlerindeki, bütün
canlıları birbirine bağlayan o tuhaf akımın verdiği mutluluk hissinden güç
alarak… Başka türlü nasıl katlanılabilir ki, çürümüş, kokuşmuş bu çağın
acılarına…
Sandor Marai, “Buda’da Bir
Boşanma” adlı romanında, “Ama işte sorun tam da burada, eğer o garip akımı
hissetmezsen, seni ve diğer canlıyı birbirine bağlayan o ilginç iletişim artık
sönmüşse… İşte hayat oraya kadar. Elbette ondan sonra da hayatını devam
ettirebileceğin, doldurabileceğin binlerce şey var. Ama o andan itibaren
benliğinin çarkları boşuna dönüyor” der. Benliğin çarkları boşa döndükçe, boş
bir kabuğa dönüşen benliğin içi binlerce tüketim nesnesiyle, hayata düşman
inançlarla, fikirlerle dolar ve canlıları birbirine bağlayan o akım kesilir.
Edebiyat ve sanat, varlığının nedeni olan o akımı güçlendirmeye yaramıyor,
hatta o akımın kendisi olamıyorsa, hiçbir işe yaramıyordur, yaramalı…
Piyasa ve devlet mekanizmaları
ile yeni köktendincilik biçimlerinin ayrıştırarak hayatı yok etmesinin
üstesinden gelecek çareler, Ranciére’in dediği gibi, ancak ve ancak, “herkesin
herkesle eşitliğinde içkin olan gücün kolektifleştirilmesinden” doğacak
yetenekle bulunabilir. Siyasal ve sanatsal yaratıcılıklarla hayaletlerin
maskesini düşürerek… Özgürleşmeci kolektif aklı mümkün kılacak örgütlenmelerle…
“Bağırmamız yangına bir sudur”
diye yazmıştı Turgut Uyar, bu çağ yangını dışımızdan içimize… Bağırmak yetmiyor
artık, bağırmanın kendisi olmalı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Aralık 2015)