Karanlık zamanlar
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Karanlık zamanlar… Tam da böyle zamanlarda karanlığa bir mum
yakmak ve o mumun sönmesini engellemek için rüzgâra karşı durmak gerekir.
Soluduğumuz havaya sinen şiddetten, umutsuzluk ve kederden sıyrılmanın tek
çaresi, Simon Critchley’in “İmansızların İmanı”nda dile getirdiği gibi, cesaretle,
incelikle, sabır ve merhametle, imkânsız gibi görünen her şeye inatla sarılmaya
devam ederek… Ama yaktığımız mumun ışığında nerede olduğumuza, bize ne olduğuna
bakmaz, bu topraklara egemen olan siyasetin o bıktırıcı yavan laflarının
kaynağını ve hedefini, bizi ötekileştiren ve ötekileştirdiğimiz insanları
görmezsek, hayal dünyamızda kaybolup gideriz.
Karanlık zamanlarda dünya ikiye bölünür; düşler ve gerçeklerin
birbirinin yerine geçtiği, şiddetin korkuyla beslendiği, aklın delilikle
imtihan edildiği… Levinas’ın dediği gibi, en önemli direniş, etik direniştir,
direnişi olmayanın direnişi, güçsüzün gücüyle dünyanın değişeceğine inanmanın
direnişi…
Bundan sonra ne olacağını
bilmesem de, bu halkın neden kendisine karşı güçten ve güçlüden yana olduğunu
tarihselliği içinde anlamanın zaruriyetini hissetmeden, karanlıktan
çıkılamayacağını biliyorum.
Karanlık koyulaştığından
beri havalar da iyice soğudu ve artık balığa çıkmak zorlaştı. Üst üste
giydiğimiz kazaklar bile soğuktan titrememize engel değil; ama o titremeyi
seviyorum ben, sonrasında avcumun içine aldığım sıcak çay dolu bardağın verdiği
hissi… Bu ülkede yaşamak, tam da böyle bir şey aslında. Türkülerinden mi,
havasından suyundan mı, çok kötü şeyler olsa bile, cılız da olsa bir umut
kalıyor insanın içinde. Yani biz, bizleri ötekileştiren, yok etmeye çalışan
bütün bu insanlar, gidiciyiz, kalıcı olan bu deniz, gökyüzü… Dünya, parçalar
halinde sunulduğu için belki de bize, çaresizmişiz gibi hissediyoruz. Aldığımız
bütün yaralar, yaptığımızı düşündüğümüz bütün hatalar, arzularımız, her şey
toplumsallaşmış bir gerçeklikten kaynaklanıyor, tecrit edilmiş, kendi
hayatımıza sürgün edilmiş olmamızın çaresizliğinden, bunu fark ederek
çıkabiliriz ancak. O gerçekliğe, yani yaralarımıza yakından bakarak, tanıyarak…
Yoksa, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri gibi, zamandan ve toplumsallığından
koparılmış bir süreksizlik içinde karanlığın içinde kaybolup gideriz.
Fırtına çıkıp dalgalar
dalgakıranı döverken, yaşadığım bütün karanlık zamanlar da gözümün önüne
geliyor birer birer… Hayata sımsıkı sarılmamı sağlayan şeylerden biri,
uyandığım her sabah dünyaya ilk defa bakıyormuş gibi hissetmem belki de...
Uyandığımda aynı şeyi görmüyordum, dünya ve ben sürekli değişiyorduk,
birbirimizden ayrı değildik. Balıkçılar, kendilerini balıklardan ve denizden
ayrı düşünmezler, belki de bu yüzden hakiki olanlarının bakışlarında o tuhaf
huzur eksik olmaz hiç. Belki de romantize ediyorum her şeyi, dayanmamı
kolaylaştırması için, belki de asıl sorun hayatımızdaki büyüleyici şeyleri
görmemektir, doğar doğmaz insanların sırtlarına yüklenen koskoca bir suçluluk
duygusunun ağırlığıyla değersizleştirilen hayatlardır belki de…
Karanlık zamanlar, bir
dönem kapanıyorsa yaşanır; doğan her güneş, yeni bir güneştir, karanlıksa her
zaman eski… Umut vermek için yazmıyorum bunları, dalgaların dalgakırana
çarpışını izlerken çok iyi bildiğim bir şeyi hatırlıyorum sadece, umutsuzluğun
umut gibi bir yanılsama olduğunu… Aslında deniz kenarında rüzgârın sayfalarını
karıştırdığı defterime ne yazdığımı da tam bilmiyorum. Mutsuzlukları
toplamadan, dondurulmuş karanlık zamanı kırmak için düşüncede ve eylemde bir
bütünlüğün izini sürmek istiyorum yazarken. Dalgaların ve rüzgârın içine
sızmak, içime sızmalarına izin vermek, soğuktan titrerken yudumladığım şu sıcak
çay gibi…Gerçeklikten uzaklaşmak yerine, gerçekliğin içine saklanan hayalleri
ortaya çıkararak... Oscar Wilde’ın dediği gibi, insan kendi ruhunun çilingiri olmak
zorunda, karanlık zamanlarda yol gösterecek ışığı başka nasıl büyütebiliriz ki…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Kasım 2015)