Ölü yağmurlar
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Yağmur yağıyor ve neşeli bir kasvet yayılıyor şehre. Sokaktaki
oyunu bırakamadığı için eve dönmek istemeyen çocuklar gibi, yağmuru bırakıp
yazımın başına dönemiyorum bir türlü.
İçimi kaplayan boşluğun içi yağmur damlalarıyla dolarken,
öldürülen çocuklar için yapıp yapmadıklarımızı düşünüyorum. Ne kadar da
değersiziz, biz değersizleştikçe daha kolay öldürülüyor çocuklar. Sizler bizler
işimizde gücümüzde, belki sevgilimizle el ele, göz göze, dudak dudağa, bak işte
yağmurda ıslanıyor, yağmurdan kaçıyor, yağmura şarkılar şiirler söylüyoruz, ama
ne önemi var… Hepimizi öldürüyorlar, yağmuru da…
Siyaset, bir tür dar görüşlülük
hâline getirildi, gündelik olandan çıkılamıyor bir türlü, istense de… Derinleşmeyi
önemseyenler azaldı, uzun bir teorik yazıyı sonuna kadar okuyanlar… Vurucu,
ajite edici, hap gibi bilgilerle dolu yazılar ya da hiç... Hiçbir şeye
bulaşmamayı iş edinmiş, hayat sadece kültür ve sanattan ibaretmiş ve sanat
siyasetten azade bir şeymiş gibi davrananlar, yağmurda ıslanamıyorlar bile.
Onlar için üzülemiyorum, aslında böyle yaparak en baştan siyasi taraflarını
seçtikleri için, güç kimin elindeyse, iktidara hizmet için varlar… Ürettikleri
sanat eserlerini sonsuzluğa bahşettikleri yanılsamasıyla yaşananların
sorumluluğundan sıyrılacaklarını sanmaları, dar görüşlülükten daha tehlikeli
kültür ve sanat için. Bunu sadece ben demiyorum, Max Frisch de diyor:
“Politikayla ilgilenmeyen biri, tam kaçınmak istediği şeyi yapar, politik taraf
olur: İktidardaki tarafa hizmet eder.”
Kadıköy’de ara sokaktan gelen
bir klarnet sesi yakalayıp durduruyor beni. Yağmura çok yakışırmış meğerse
klarnet, yağmurla ıslanan notaları takip ederken bodrum katındaki bir kafede
buluyorum kendimi. Loş bir ışık altındaki sahnede esmer bir kadın, sanki başka
bir dünyadan gelmiş, yağmurla beraber gidecekmiş, sanki klarneti çalmayı
bırakırsa ölecekmiş gibi… Onun klarneti çalması gibi yazabilseydim keşke,
ruhumu bütünüyle katarak sözcüklere. Ama kafamın içindeki bir düşüncenin ardına
düşmüş, dalgın, tıpkı Marguerite Duras’ın bir mektubunda bahsettiği küçük kız
Cécil gibi… “Yürekte bir sıkışma, güneşte çocuk mezarlarını unutmuş olmanın
acısı, 29 Haziran 1979’da Barneville la Bertran’da çocuk mezarlarının üstündeki
yazıları okuyan küçük bir kız. Cécil’di adı. Kafasının içinde yer etmiş bir
düşüncenin ardına düşmüş, gidiyordu. Ayrılmak istemiyordu mezarlıktan. Tek
başına, dikkatle ölü çocukların öykülerini okuyordu.”
Gazeteleri, haber ajanslarını
basıyorlar, ölü çocukların öyküleri duyulmasın diye. O kadar değersiziz ki,
tabuttan kürsü yapıp konuşanın dediği gibi, ölü yıkama eğitimi verilmeli
hepimize, barış için bir şey yapamıyorsak kendi ölümümüzü yıkayalım, yağmurla
da olur.
Umutsuzluğumuz bile taze değil,
yıllar yılı hep aynı acı dolu hikâyeler veriliyor yaşamamız için. Belki de bu
yüzden aldırışsız olundu, herkes kendi yalnızlığının duvarlarına güveniyor, en
ufak bir yalan bile hakikate tercih ediliyor. Italo Calvino, bir yazısında
çağımızı saran ölüm arzusundan bahsediyordu: “Aslında, sözün ciddi bir
hastalığa tutulduğu, uzun bir süredir açıkça ortadaydı; sözgelimi, siyasal
dilde bir yoksullaşma, anlamların silikleşmesi ve silinmesi olgusu yaşandı.
Bugün sözün reddi, artık başkalarını dinlemek istememe, bence bir ölüm arzusunun
göstergesidir. (…) Hoşgörüsüzlük, dışımızda olanın, içimizde olduğuna
inandığımız şeye eşit olmasını, yani dünyanın sertleşmesini dilemektir. Bazı
durumlarda hoşgörüsüz kişi öldürücüdür, her durumda kendisi bir ölüdür.”
Her şeye rağmen, yalnızlığımıza
ait o duvarların ardında birbirimizi arıyoruz, farkında olmasak da… Bütün bu
şarkılar, şiirler bunun için var. Turgut Uyar’ın yazdığı gibi, “herkes herkesle
idi yalnızlıktan…”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Eylül 2015)