Külrengi umut
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Sabah uyandığımda, hâlâ geceydi sanki, karanlık. Perdeyi açınca
gökyüzünün tamamen külrengi bulutlarla kaplı olduğunu gördüm. Rüzgâr olmasına
rağmen hareket etmiyordu hiçbiri, sonra bulutlar kırılıp kül olarak yağmaya
başladı. Yaşadığım şey, elbette bir rüyaydı; ama uyandıktan sonra, külrengi
bulutlardan gözümü ayıramadım hiç, kırılıp dağılacaklarmış gibi...
Vapurda, Kitap-lık dergisindeki Roland Barthes söyleşisini
okurken, gördüğüm rüyayı düşünüyordum. Barthes, vapurun güvertesinden külrengi
bulutlara bakıp, “Yazar yalnızdır, eski ve yeni sınıflar tarafından terk
edilmiştir. Başlı başına yalnızlığın hata olarak görüldüğü bir toplumda
yaşadığı oranda, düşüşü daha vahimdir” dedi ve bu yalnızlığı, 1945’ten bu yana
entelektüel sınıfın yaşadığı hayal kırıklıklarına bağladı. Belki 1979’da
Barthes’ın dediği gibiydi durum, ama şimdi geçmişe göre o kadar çok “yalnızlık
konumu” vardı ki, artık sadece yazarların da meselesi değildi. Hayaller,
külrengi bulutlar gibi kırılıp belki kaplamıyordu şehrin üzerini, ama içimizi
külle kapladığı kesin. Gerçekte ne hissettiğini ya da düşündüğünü bilemeyecek
kadar sessiz...
28 kurşun sıkmışlar bedenine, parçalamışlar ve zırhlı aracın
arkasına bağlayıp sürüklemişler… Bulutlardan biri, hareket etmiyordu artık. Her
şey gözümüzün önünde ve göz göre göre yaşanırken, kimsenin hiçbir şeyi
öngörememesi… Marguerite Duras belirdi o sırada vapurun güvertesinde,
kederliydi… “Hiçlik ve boşluk… Her şey bomboş ve rüzgâra kapılmış. Bu iki
cümle, dünyanın edebiyatına bedel. Bu iki cümle, yalnız bunlar dünyanın
kapılarını açar: Şeyler, rüzgârlar, çocuk çığlıkları, güneş bu çığlıklarla
ölür. Batsın bu dünya.” Dünyanın batışını izliyorduk güverteden… Gazetecilerin
dövülüşünü, kafalarına silah dayanıp tehdit edilişini, gencecik insanların
öldürülüp sokaklarda sürüklenişini ya da tabutlarının kürsü gibi kullanılışını…
Üzerimizden Rus ve NATO savaş uçakları geçerken, kıyılara vuran mültecilerin
cesetlerini izliyoruz. Siz de izliyorsunuz ama kimse görmüyor…
Salecl, “Seçme İkilemi” kitabında, “Şahların Şahı” adlı bir
kitaptan bahsediyordu: “1979 İran Devrimi’nin tarif eden Polonyalı gazeteci
Ryszard Kapuscinski, polisin sokakta bir adamı durdurmaya çalıştığı ve adamın
bunu takmadığı ânı, dönüm noktası olarak belirler. Peşinden gösteriler gelmiş,
nihayetinde rejim çökmüştür. Bu değişim bir seçim meselesi olmuştur, ama aynı
zamanda öngörülemez ve kontrol edilemezdir. İdeolojimiz bize rasyonel seçimin
kontrolü elimizde tutmamızı sağlayacağını, hayatı öngörülebilir kılıp riskleri
ortadan kaldıracağını öğretirken, aslında seçim tam da geleceği öngörme
becerimizi ortadan kaldırır.” Salecl, John Lennon’dan bir şarkı sözüyle
anlatıyordu bu durumu: “Sen başka planlar yaparken / başına gelen şeydir
hayat.”
Partilerin seçim bildirgelerinde vaatler vardı sadece, planlarsa
hep gizliymiş gibi, başımıza gelenler hep gizli dosyalarda yazılanlar değil mi?
Siyaset onlar için hileler ve dolambaçlı yolları gösteren haritalardan ibaretti
ve umudun sahtesi, daha beter umutsuzluklar doğuruyordu. Hiçbir şeyin iyiye
gittiği yoktu, çünkü silahlar susmadan iyi olacak hiçbir şey yoktu. Her şeye
rağmen çoğunluğun savaş istediğine inanmıyordum. İnanmadığım bu şey, elimde
kalan tek umuttu. Duras, “çocukların yağmuru”ndan bahsetti sonra, güneşi
doğuracak yağmurdan, her şeyin doğal olacağı ve sonra hep birlikte
yürüyeceğimiz o günden, hep birlikte… Walter Benjamin, “Düşman kazanacak
olursa, ölüler de payını alacak bundan” diye yazmıştı. Barış kazanacak olursa,
yaşayanlar değil sadece, ölüler de… Kafamla kalbimin birbirinden ayrılmadığı
çocuk aklımla, rüyamı böyle yorumladım. Yağmura yakalandım sonra, bir saçak
altında bunları yazdım. Turgut Uyar’ın “durduk ve yeniden umutlandık” dediği
şey… Durduk...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Ekim 2015)