Düşman duvar
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Hayır, sizin evinizi kurşunlamayacaklar, onların evlerini
kurşunlayacaklar, rahat uyuyabilirsiniz. Orası mı? Uzak bir yer, çok ama çok
uzak… Başka bir gezegende olduğu bile düşünülebilir. Hem onların canı yanmaz
hiç, öldükleri zaman da ölü kabul edilmezler, paramparça edilip etraflarında
zafer pozları verilmeye yararlar. Bilgisayar oyunlarında da insanlar ölmüyor
mu, işte tam öyle bir şey. Hem hendek kazarak hakettiler ölmeyi değil mi? O
küçük çocuk da mı hendek kazmış, yetmişlik adam da mı, mahallenin delisi de
yardım etmiş olmalı hendek kazmaya, öldürüldüklerine göre. En son iki genci
vurmuşlar, öldüklerine göre suçlu olmalılar, öyle değil mi?
Olaylar öyle gelişiyor ki, herkesin sırtı duvara dayanmış durumda.
Belki o duvarı görmüyorsunuz, o duvarın üzerindeki kurşun deliklerini ya da
kanı, ama o duvar tam arkanızda.
Boğazıma sıkı sıkı
sarılmış bir el var, nefes almamı engelleyen, görünmez bir el. Boğazımı
sıkması, canımı yakması dert değil, ama nefes alamamak, işte o kötü, çok kötü.
Bazen gevşetiyor parmaklarını, gün güzel oluyor, boz bulanık olmaktan çıkıyor
hayat, ama sonra yine…
Haysiyetsizleştirmeden
yok edemezler, haysiyetsizleşerek. Yani onlar ölüyorsa, emin olun, yaşıyor
olsanız da siz de ölüsünüzdür artık. Kolektif bir paranoyaya göre şekillenen
hayatınızın gerçek hayatla bir ilgisi olmadığını anladığınızda, o eli siz de
boğazınızda hissedeceksiniz. Bu belki hiç mümkün olmayacak. Umuttan mı
bahsediyorsunuz, umutsuzluktan daha kötü sahte umutlar. Sırf canımız daha az yansın
diye umut dilenmekten vazgeçtiğimiz zaman gerçek umut belirecek,
başkaldırdığımız her şeyde. Haysiyet mücadelesinden başka bir anlamı olamaz
başkaldırının… Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri”ni yeni baştan okuyup
güncellemek gerek.
Her fırsatta kaçıp
sığındığım balıkçılar kahvesinde şiirler okuyup nefes alma çabalarımdan
öğrendiğim bir şey varsa, o da kendimi ve bu dünyanın bana dayattığı hükümleri
kabullenmenin ne kadar acı verse de tek çıkış yol olduğudur. Bu kabullenişin,
teslim olmakla bir ilgisi yok. Eğer fırtına kopmuşsa balığa çıkmaman
gerektiğini bilirsin. O zaman da havanın dinmesini beklerken ağlarını onarır,
oltanı hazırlarsın. Ertesi gün de devam edebilir fırtına, dert değil, ama sen
hazırlıklı ol fırtınaya da, güzel havalara da… Bizdeki durum böyle değil.
Hiçbir şeye hazırlık yok, oltalar, yani teoriler hazır olmadan fırtınaya yelken
açılıyor sürekli. Yeterince hazırlık yapmadan, bir fikri geliştirmeden açık
denizlere açılanlardan geri dönen olmuyor, heba oluyor onca emek, siyasette, sanatta…
Korktuğum tek şey,
dünyaya olan güvenimi yitirmek. İşte o zaman tecrit olma sürecim tamamlanmış
olacak; sanat yanılsamalardan ve gerçeklikten bir kaçış, siyasetse fayda
esasına dayalı bir oyun olacak. Balıkçılar kahvesinde okuyup yazmam, görünmeyen
yaralarımı pansumana yarıyor belki de… Etrafımı çepeçevre saran tecrit edici
paranoyadan sıyrılarak düşünebilmeye… Dünya eskisinden daha kötü değil, daha
iyi de değil; ama o kadar çok deneyim biriktirdi ki insanlık. Kahvenin
ortasında yanan sobadan çıkan alevleri izlerken, eninde sonunda o birikimi
değerlendirmeyi öğreneceğimize dair bir inanç doğuyor içimde, ısıtıyor. O an,
panik duygusundan, metafizik bir şeymiş gibi yaşadığım toplumsal huzursuzluktan
sıyrıldığımı hissediyorum. Hayatın akışı, önce zihinden başlıyor; akışın
önündeki engellerden kurtularak. Duygular, değerler, düşünceler, o akışa
kavuşmadan, sırtımızı yaslamak zorunda kaldığımız o “düşman duvar”
yıkılmayacak. Turgut Uyar’ın “en uzun yaşamalı bir su” olmak dediği şiirindeki
gibi, “karalarımız ve aklarımız bir duvarı yıkmaktır, anlatılır / biz, çılgın
bir yürüyüşün en tetik yolcusuyuz / eririz tükeniriz, toplanır yaratırız. Bu
bize aşktır…”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Aralık 2015)