Hatırla o rüzgârı
Posted: 30 Aralık 2015 Çarşamba by bülent usta in
0
Özcan Alper’in yeni filmi
“Rüzgârın Hatıraları” 11 Aralık’ta gösterime giriyor. Filme, başkarakteri
Aram’ın kafa seslerini (iç sesini) yazmak gibi benim de küçük bir katkım oldu.
Zihnine girebilmek için bir süre Aram gibi yaşayıp düşünmüştüm; sonra fark
ettim ki, zaten hep Aram gibi düşünmüş hissetmiştim bu topraklarda. Özcan Alper
de yazılarımdan bunu bildiği için, Aram’ın zihninden geçenleri yazabileceğimi
düşünmüş olmalıydı; çünkü o da bir Aram’dı, Sabahattin Ali, Walter Benjamin,
Stefan Zweig gibi… Yalnız değildik, “ak sürüdeki kara koyunlar” tanıyorlardı
birbirlerini. Nereye gitsek, ne yapsak bilinirdik; çünkü şairin dediği gibi,
“yaralarımız bizden önce vardı”, o yaraları bedenimizde ve ruhumuzda taşımak
için doğmuştuk. “Rüzgârın Hatıraları”, o yaralar için yapılmış bir filmdi,
tıpkı “Sonbahar” ve “Gelecek Uzun Sürer” gibi… Sınırlarda, sürgünde, özgürlük
ve ev özlemiyle hayatını kaybedenlere bir ağıt…
Suruç, Ankara, Tahir Elçi, ölen
mülteciler, karaya vuran o küçük çocuğun cansız bedeni… İçi boş ümitleri
üzerimizden atınca, geriye ne kalır, yaralarımızdan başka? Dünya böyle giderse,
insanlığın bütün değerlerinin gömüleceği bir ölüm çukuruna dönüşecek. Aram, II.
Dünya Savaşı’na tanık olduğu zamanlar böyle düşünüyordu. Stefan Zweig,
Marguerite Duras ve daha niceleri, savaşların korkunçluğunu, faşizmin nasıl bir
lanet gibi dünyayı sarıp sarmalayıp çürüttüğünü yazmış, haykırmış olsalar da,
bugün barış için haykıranların Suruç’ta, Ankara’da üzerini örten o kahredici
sessizlik… Bu ölüm çukuru, daha ne kadar derinleşebilir ki?.. Hepimiz,
kafamızın içinde yer etmiş bir düşüncenin ardına düşmüş giderken… Denizin
yumuşaklığı üstüne düşen gölgelerden bir farkımız yok.
Aram gibi pek çok sürgünün
istediği bir şeydi, bir yerde doğup orada az çok sonsuza kadar yaşamak. Adorno,
bir yazısında “Ev bitti” diyerek, bunun artık imkânsız olduğunu söylese de,
içimizde hep bir “ev” özlemiyle yaşamıyor muyduk? O ev, bazen bir insan, bir
aşk oluyordu, bir anı… Peki ama neden? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya
olduğunu düşünmek miydi, “ev” özleminin kaynağı? Aşk gibi, dünyanın
zannedildiği kadar manasız olmadığının bir ispatı mıydı ev? Çoktan yürünmüş
yolları tekrar tekrar yürümüş olsak da, kaybolmuş gibi hissettiğimiz için mi, o
evi, evimizi arıyorduk? Arendt’in “dünya sevgisi” dediği şey, dünyayı evin gibi
hissetmekti, evimiz… “Ortak dünya”nın yokluğu, herkesi birer mülteciye ve
dünyayı bir toplama kampına dönüştürüyordu.
Bilmiyorum… Aram da bilmiyordu,
hatırlarsa bilecekti. Peki ya hatırlamak, insanın kendisini saçları uçuşan
rüzgâra bırakması mıydı? Aitsizliğimiz, rüzgârın geldiği yeri öğrenince mi sona
erecekti? Nasıl bir hayat, hangi toprağa bağlardı bizi?.. Henüz insan kulağı
değmemiş, bastırılmış bir hıçkırığı içimizde taşırken... Denize, şehre, ormana
açılan kapılar bir bir üzerimize kapanırken, kaçamayalım diye daha çok korku
salıyorlardı üzerimize.
Hatırladığı sürece yaşayacağını
biliyordu Aram, çünkü ruhu hatıraların içine saklanmıştı. Ormanın içinde onunla
ateşin başına oturup, insanın neden önce kendisinden saklandığını anlamaya
çalıştım, artık susmuş olanların yankısını rüzgârın içinde duymaya çalışarak.
Yüzleşmeyi ve hatırlamayı güçleştiren şeyler değil miydi, dünyayı ölüm çukuruna
dönüştüren?.. Yaktığımız ateşin başında gölgeler hâlinde beliren Walter
Benjamin’den Sabahattin Ali’ye, pek çok yazara, filozofa, şaire akıl danıştım.
İnanma ve ümit etme kabiliyetini yitirdikçe korkuya kapılmanın kaçınılmaz
olduğunu söylediler.
Huzursuz zamanlardayız ve daha
huzursuz zamanlar kapıda… Bütün yaşayan taraflarımızla bu topraklara kök
salarak yaklaşan fırtınadan korunabiliriz ancak, köklerimiz derinlerde birbirine
karışıp dolandıkça…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Aralık 2015)