Acıyla gelen
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Bazı
şeyler, kıyıda oturup izlediğim şu gemi gibi geçip gidebilse keşke hayatımdan.
Yani arkasından kaybolana kadar bir süre baksam ve sonra bakacak başka bir şey
bulsam. Ama öyle olmuyor işte, gemi gideli yıllar olmuş ama sen her denize
bakışında, o gemiyi görüyorsundur, baktığın yerde başka gemiler olsa da... Niye
böyle diye sordum Kungfu Hikmet’e. Havalar biraz ısındığı için, balıkçılar kahvesinde
sandalyeleri dışarı atmış, çayımızı yudumlaya yudumlaya Boğaz’dan geçen
gemileri izliyorduk. “Niye biliyor musun? İnsan, acısını hatırladıkça insan
olur” dedi. Tabii ben yine kendimi tutamayıp bastım kahkahayı, az daha gülerken
sandalyemden düşecektim. Kungfu Hikmet’in böyle filozof tavırlarını çok sevsem
de, elimde değildi, o kadar ciddi söylüyordu ki, yani o kadar olur. Benim
gülmeme çok bozulmuştu yine, “Hem soruyorsun, hem gülüyorsun, bir daha bir şey
söylersem” diyerek çıkıştı. Aslında söylediğinde haklıydı çok. Joe Bousquet,
zamanında yazmıştı Kungfu’nun demek istediğini, başka bir şekilde: “Kendi
acılarının insanı ol, onların kusursuzluğunu ve görkemini ete kemiğe
büründürmeyi öğren.” Kungfu’ya söyledim bu sözü, “Elin şairi yazarı söyleyince
tamam, biz söyleyince gül” diyerek alınganlığını sürdürse de, yumuşamıştı
biraz.
Bousquet’nin
bu sözüne, Deleuze’ün “Anlamın Mantığı” kitabında rastlamıştım yeni. Bu sözü
Deleuze, “başımıza gelene layık olmak, yani ondaki olayı istemek ve ortaya
çıkarmak, kendi olaylarının çocuğu olmak ve böylece tekrar doğmak” diye
yorumluyordu. Başımıza gelene layık olmak, ne zor iş. Hep bir unutuş, kaçış,
inkâr... Hemen başka bir gemiye atlayıp uzaklara gitmek istiyoruz,
bedenlerimizi ruhlarımıza kiracı yaparak. İşte bazı insanlar bunu yapamaz,
kaçamaz, kendini unutamaz, o gemi hep geçer durur aklının denizinden, kim bilir
nereye?
Aşklar da
böyledir ya, bitince sorarsın kendine bu bir kaza mıydı, kader miydi, yoksa bir
işaret miydi diye. İnsanın başına gelen şey, olaydır. Aşk, bir olaydır. Çünkü
istediğin bir şeydir aşk, sonrasında bir suçlu aramak, birini suçlamak, başına
gelen şeye nankörlük yapmaktan başka bir anlama gelmez. Deleuze’e göre asıl
ahlaksız olan, haklı, haksız, hak etme, suçluluk gibi ahlaki mefhumların
kullanımıdır. Başına gelen şeyi istemişsen, yarayı ve ölümü de kabulleneceksin.
Böyle yaparsan, her olayda, mutsuzluğun yanı sıra mutsuzluğu kurutan bir
parıltı da görürsün. “Mutsuzluktan kaçarak mutlu olacağını sanmak ne büyük bir
yanılgı” diye mırıldanınca, bu defa Kungfu benim yaptığımı yapıp bastı
kahkahayı. Deleuze yaşasaydı da görseydi keşke, bir balıkçı kahvesinde,
felsefesini nasıl konuştuğumuzu. İkimizi de muhtemelen sandalyelerimizle
birlikte denize atardı. Ya da bir çay söyleyip, eşlik ederdi şakalaşmalarımıza.
İnsan, canını yakan acıyı sahiplendikçe, daha kolay gülüyor aslında, daha
gerçek. Tüketim toplumu insanı, mutsuzluklarını unutarak ya da sorumluluğu
başka birinin sırtına atarak mutlu olma derdinde olduğu için, varoluşu da
tükettiği bir şeye dönüşüyor, tükeniyor. Yeniden doğmak için tüm o yaralara
ihtiyacı olduğundan habersiz. Yeniden doğmak değil, yenilenmek istiyor
yalnızca. Yeni Türkiye sözünün, siyasetteki karşılığı da böyle bir şey. Ama
bizim yeni bir Türkiye’ye değil, bu topraklarda yeniden doğmaya ihtiyacımız var,
acılarımıza sahip çıkarak, o acıların görkemini siyaset ve sanatla ete kemiğe
büründürerek. Bunu yaparken hınç mahluklarına dönmeden, acılardan faydalanmadan
ya da acılara hizmet etmeden. Deleuze, tiranların hıncı yayarak yandaşlar,
köleler ve hizmetçiler yarattığını, acıyı kavrayıp ifşa edenlerin yalnızca
“özgür insan”lar olacağını söyler. “Ölümün ölüme karşı geldiği, ölmenin âdeta ölümü
yerinden etmek olduğu” o ânı, özgür insanlar kavrayabilir ancak, hınç
mahlukları ölüme hizmet ederlerken... Claude Roy, Ginsberg’le ilgili
makalesinde, “Dâhiyane bir sağırlıkla bağırıyorsa eğer, Guernica ve Hanoi’daki
bombalar onu sağır ettiği için” diyerek, özgür insanın yaşadığı acının bireysel
bir sıkıntı ya da psikopatolojik bir kişisel yazgıdan öte bir durum olduğunun
altını çizer.
İşte, yine
o gemi geçiyor Boğaz’dan, yıllardır geçip duruyor aheste aheste... O an, Bousquet’nin
şarkılara geçmiş o ünlü sözü geldi aklıma: “Yaram benden önce de vardı, ben onu
ete kemiğe büründürmek için doğmuşum...”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Nisan 2015)