Eskici masal
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Bizim orda bir çay ocağı var, radyodan sanat
müziği çalar, kar yağmur umursanmadan oturulur, sokaktan bazen bir eskici
arabası geçer, üzerinde kitaplar, eski fotoğraflar, plaklar… Nedense, o arabayı
her görüşümde aklıma ölüm gelir; biri daha ölmüş mahallede, geriye kalan
kitaplarını eskiciye satmışlar diye düşünürüm. İyi ama, o siyah-beyaz
fotoğraflara niye kimse sahip çıkmaz, peki şu daktiloya; hiç mi sevilmez şeyler
oldu hatıralar. Daktiloyu kim ne yapacak bu zamanda, internete mi girilir
onunla, ağır mı ağır, tuşları sert mi sert… Hatıralar, o daktilo gibi bir şey
oldu, taşınması ağır, tüy gibi hafiflemek istiyor artık insanlar; bu akışkanlık
içinde kim ne diye takılsın bir aşka, anıya; akışkanlık, özgürlük sanılırken…
Bir de her eskici arabası gördüğümde, aklıma
Ece Ayhan’ın şiiri gelir, “çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. kanatları sığmamış”
diye devam eden, eskici dedenin bağırdığı… Özgecan’ın da kanatları sığmadı
çuvala, ama kafalarına çuval geçirerek bu ülkeyi yönetenlerin politikacıları,
gazetecileri, ünlüleri, memurları, satılmışları, telaş içinde çuvala
sığdıramadıkları o kanatları yolmaya çalıştılar hep, yalancıktan gözyaşları, çarpıtmalar,
kandırmacalarla... Bir de şu “mini etek” mevzusu var ki, gerçekte dertlerinin
ne olduğunu pek güzel açık ediyor, her defasında. Sonra da özgürlük filan demiyorlar
mı, yaptıkları retoriğin sığ olması bile kurtarmıyor onları, söz bataklığında
boğulmaktan. Açın gazete arşivlerini, devlet korumasında kaç kadın öldürülmüş;
karakollarda, cezaevlerinde kaç kadına, çocuğa tecavüz edilmiş, bir bakın... İç
güvenlik yasasıyla, işkencenin ve tecavüzün sistematik hâle geleceği konusunda boşuna
endişelenmiyor insan hakları savunucuları; yetkileri arttırılacak kişilerin en
ufak bir toplumsal gösteride yaptıkları ortadayken. “Sık ulan sık!” diye
yanındaki polise, halkın üzerine biber gazı sıksın diye bağırıp kendini
paralayan polis amirlerinin dilediğini gözaltına alabileceği bir düzen…
Hava soğuk, kar başladı; üşüsem de çay
ocağına oturup, üç tekerli eskici arabasının geçmesini bekliyorum. Bu defa,
nedense eski bir Rus şarkısı çalıyor radyoda, hüzünlü olduğu kadar umutlu bir
şarkı; karın yağışını izlerken çocuk yanım beliriyor ağır ağır, kar
tanelerinden. Nâzım Hikmet’in “Saçları Saman Sarısı” şiirinde, on dokuz yaşıyla
karşılaşması gibi. Diyor ki bana, “Masallara inandığın sürece, hayat
gerçektir.” Bu söz, bir kitaptan ya da şiirden alıntı değil, çocuk yanımın bana
fısıldadığı bir sır. Eğer vazgeçersek masalların vaatlerinden, elimizde tutsağı
olduğumuz gerçeklikten başka bir şey kalmaz; Adorno’nun Walter Benjamin için
söylediği gibi, düşünerek gerçeğe varan değil, bilgi edinmenin en iyi yolu olarak
gerçek üzerine düşünenlerden olmalıyız; çünkü korkunç bir canavar olarak bizi
yutmaya çalışan gerçeği, masallarda olduğu gibi yenmekten başka bir çaremiz
yok. Felsefeye karşı felsefe, sanata karşı sanat, siyasete karşı siyaset yapa
yapa…
Eskici, üç tekerli üstü açık tezgâhıyla
sokağın köşesinde belirince, çocuk yanım fırlıyor hemen, tepeleme kitapla dolu,
çerçevesiyle bir tablo ve gramofonun olduğu arabaya. Ne bulmayı umut ediyor,
bilmiyorum. Ama sanırım, tüm bu eski şeyler onda, bende olduğu gibi ölümü
çağrıştırmıyor, her şeyin bir büyüsü var. Az evvel masallardan bahsediyordu,
şimdiyse elinde Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” kitabını tutuyor, bir şey
söylemek istercesine. Paltomun cebinde “Küçük Kara Balık”, karın altında
Kadıköy sokaklarında yürürken, Özgecan’ı düşünüyorum, bir duvarda “Bütün erkekleri
öldüreceğiz!” yazısı çarpıyor rüzgâra, uğultuyla... Herkes, her şeyi biliyor.
Bildikleri şeyleri ısrarla inkâr edenler, yüzleşmemek uğruna başlarına çuval
geçirip uçuruma doğru yürüdükleri için, geceleri uykularında gördükleri bütün
kâbuslar, gerçeğe dönüşüyor birer birer; Behçet Aysan’ın “yok başka bir
cehennem/ yaşıyorsun işte” dediği… “Küçük Kara Balık”la geçip gidiyoruz, denize
ulaşmamızı engelleyen duvarların önünden… Walter Benjamin’in “Sadece umutsuzların
uğruna, bize umut verildi” sözü, eşlik ediyor yürüyüşümüze. O umut, açık
denizlere ulaşıncaya dek…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Şubat 2015)