Hınç ve mızmızlık ülkesi
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Kül rengi
bulutlarla kaplı bir gökyüzünün altında yürüyordum, çocukluğum geliyordu
aklıma, eve çamurlu postallarıyla giren askerlerin yasak kitap aradığı günler. Behrengi’nin
“Küçük Kara Balık” kitabını bulup alacaklar diye korkmuş muydum? Ece Ayhan,
“fakir kuş hiç unutmaz, kitapların yakıldığı yıldı” dediği... Nazi
Almanyası’ndan daha çok kitap yakılmıştı. Sonra Ahmet Kaya’nın şarkıları geliyordu
kulağıma, cezaevinde Türkçe bilmeyen annesiyle telefonda Kürtçe konuştuğu için
dövülerek öldürülen o genç... İşkencede öldürülen, sakat bırakılan yüzlerce
insan; duvara “barış” yazan lise öğrencisinin tutuklanıp işkence gördüğü, yaşı büyütülerek
asılan... Sonra da Ertuğrul Özkök gibi biri çıkıp, rahmet diliyor arkasından,
ülkeyi kurtardı diye. Ülke, yaşı büyütülerek Erdal Eren’in asılmasıyla,
yüzlerce insanın işkenceyle öldürülmesiyle, on binlerce kitabın yakılmasıyla
kurtulmuşsa eğer, çocuklar öldürülmeye, sansür ve yasaklar devam ettiğine göre,
Özkök’ün kurtuldu demesi daha erken.
Olivier Roy gibi
karamsarlığa kapılıyorum bazen. Metis’ten çıkan “Kayıp Şark’ın Peşinde” adlı
kitabında “Hayat artık korkutuyor” sözünü okuduğumdan beri, Roy bile korkuyorsa
artık, umutlu olmak adına bazı şeyleri hafife mi alıyoruz diye düşünmeye
başladım. Daha önce bu köşede bahsettiğim Ernst Bloch’un “İzler” adlı kitabındaki
hikâye geldi aklıma, boynumdaki yağlı ilmeği gevşetmeye çalışmaktan yorulmuş
olmalıyım.
Bloch, karnını
doyurmak için savaşa giden askerlerin arasına katılmak isteyen yoksul bir gençten
bahseder kitabında. Askeri bölüğün komutanı olan Yüzbaşı, cesaret sınavından
geçirmek ister asker olmak isteyen yoksul genci. Hem askerlerini eğlendirmek,
hem de erkekliğini ispatlamak isteyen Yüzbaşı, cebinden çıkardığı kısa urganı
tavandaki kirişe asar ve o yoksul gence babacan bir ses tonuyla “Gel bakalım
buraya oğlum” der ve fıçının üzerine çıkıp ilmiği boynuna geçirmesini ister.
Yoksul genç, bu babacan Yüzbaşı ne derse onu yapar, hatta diğer askerlerin
şakalarına karşılık vererek eğlenir ilmiği boynuna geçirirken. Yüzbaşı, ucunu
tuttuğu urganı yavaş yavaş çeker ve yoksul gencin boynunu sıkmaya başlar ilmik.
O yoksul genç, canı yansa, nefes almakta zorlansa dahi, fıçının üzerinde
şakalar yapmaya, yapılan espirilere gülmeye çalışır, ama Yüzbaşı daha da ileri
gidip fıçıyı tekmeler. İpin ucunda inleyen genç, hâlâ Yüzbaşı’ya bakarak
gülmeye çalışıyordur. Öyle ya, bu bir cesaret merasimiydi ve eğleniyorlardı hep
birlikte. Yüzbaşı, askerlerini alıp o yoksul genci ipin ucunda bırakarak çekip
gider ve giderken de kahkaha atarak “Şimdi bu yoldan ilahi ordu birliklerine
gidiyorsun” der. Askerler toparlanıp giderken, yoksul genç hâlâ Yüzbaşı’nın
yaptığı o son espiriye gülmek için çırpınır.
Her şey bir şaka
gibi yaşanır ve bizler o şakalara gülerken, boynumuzdaki ilmek de sıktıkça
sıkıyor artık. Olivier Roy’nın Fransa için söylediği şu sözleri, yaşadığımız
ülke için de söyleyebiliriz: “Her halükârda Fransa’daki entelektüel tartışmanın
daralması, seçkinlerin bir kısmının kırgın, lanetleyici, özellikle de
entelektüel açıdan boş bir muhafazakârlığa dönmesi, solun –yani soldan kalanın-
‘fobik’ bir laiklikten çıkamaması, ya usanç verici bir çokkültürcülüğe ya da
teşne bir komploculuğa gömülen radikal solun terk edilmişliği karşısında
duyulan belli bir bezginlik. Hayat artık korkutuyor gibi. İstihzanın yerini
kinaye aldı ve gitgide daha yapışkanlaşan, hatta nefret saçan bir ağırlık her
tür varlığı ya da söz hafifliğini kovdu sanki. Kısacası, bir hınç ve mızmızlık
Fransası.”
Bu hınç ve
mızmızlık Türkiyesi, 7 Haziran’da kendisine bir çıkış yolu bulabilir mi
bilinmez. 2013’teki Haziran’da, radikal değişimin önü açılmış olsa da, 12Eylül
bütün kurumları ve siyasetiyle varlığını korumaya devam ediyorken, durumumuz
boynunda ilmek olduğu halde gülmeye çalışan o yoksul gençten hiç de farklı
değil. Soma’daki maden faciasında ya da Roboski’de olduğu gibi, defalarca
altımızdaki fıçıya tekme vurulmuşken...
Balıkçılar
kahvesinde kül rengi bulutlarla kaplı gökyüzüne bakarken, Turgut Uyar’ın
dizeleri geçiyor gözümün önünden: “ben şimdi diyorum ki / buna inanmak gerek /
bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu / ve direnmek / hep direnmek...”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Mayıs 2015)