Umudun kanadı
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Bir rüya gördüm ve hayatım değişti. Bu
cümlenin bir de “kitap”lı olanı var, benimki rüyalı... Sabah başka bir hayata
uyanırcasına kalktım yataktan. Kadıköy’ün sokakları tenhaydı o saatte, son
zamanlarda günün belli bir saatinden sonra adım atılmaz bir hâle geliyordu. Ah,
gittikçe yaşanmaz bir şehire dönüşüyordu koca İstanbul, nefes alıyordu şimdi,
Boğaz’ın üzerini kaplayan soluğundan belliydi. İskeleye doğru yürüdüm, rüyamı
düşünerek. Rüyamda, çocukluğumdan bu yana hayatıma kim girmişse görmüştüm. Acı
şeyler dahi, güzel görünmüştü o an gözüme; bu topraklara has bir durumdu
galiba, Hasan Hüseyin’in dediği gibi acıyı bal eylemek…
Gördüğüm rüyayı anlatmayacağım şimdi, belki
başka bir yazıda. Ama o rüyanın bir yerinde, Yaşar Kemal’i de görmüştüm. Bir
trendeydik ve trenin penceresinden Van Gölü görünüyordu. Hiç gitmemiştim Van’a,
onun yazdıklarından belki, okuduklarımdan, babamın köy öğretmeni olarak Van
Gölü’nü ilk gördüğü zaman nasıl şaşırdığını anlatmasından biliyordum yalnızca.
Deniz derlermiş orada yaşayanlar, deniz gibiymiş. Rüyamda bana neler
söylediğini, uyandıktan sonra not etsem de çok dağınıktı, toparlamam
gerekiyordu. Bu yazıyı yazarken, bana neler söylemiş olabileceğinin duygusunu
takip ettim daha çok. “Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş
gücünün yarattığı ve insanın sahip olduğu en büyük değerlerden biri. Bu kadar
belalar, acılar çektiğimiz bu dünyaya başka nasıl dayanabiliriz? Şu bir
karanlıktan gelip öbür karanlığa gittiğimiz dünyaya, niçin bu kadar sarılıyoruz
sence? Bu toprakları dinlemeyi öğrenmelisin evlat, bilmen gereken her şeyi
söyleyecektir sana” demiş gibiydi mesela, demişti...
Yaşar Kemal’in Alain Bosquet ile yaptığı
söyleşi kitabının başlarında, 1915’te, sürülerce aç köpekten, sürülerce aç
çocuktan bahsetmesi geldi aklıma sonra, okurken yüreğim içime akmıştı, bu
toprakları dinlemeye oradan başlanmalıydı: “Mezopotamya çölü, Güney Doğu, Doğu
Anadolu savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin,
Azerilerin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurilerin, Süryanilerin sürüleri yok
olmuş köpekleri, babasız anasız kalmış çocuklarıyla dolup taşmıştı.” Aç
çocuklar, tıpkı köpek sürüleri gibi köylere kasabalara saldırırmış. Kasabalılar
da atlarına atlayıp çocukların peşine düşer, gördükleri zaman da vurup
öldürürlermiş. Çocuklar, şimdi kasabalara saldırmasalar da öldürülüyorlar, yüz
yıl sonra da devam ediyor çocuk katli ya, dinmiyor ağıdı hiç bu toprakların.
İskeleye vardığımda, çay ocağına oturmuş denize
bakarken “Çocuklar İnsandır” kitabındaki Boğaz’ı tasvir edişi canlandı gözümün
önünde: “Deniz durmadan değişiyordu, mordan yeşile, yeşilden maviye camgöbeğine
geçiyordu. Duru bir güneş çökmüştü, deniz kıpırdamıyordu. Bazı günler vapurlar,
motorlar, sandallar denizin üstündedirler, uçar gibi havada salınırlar.” Tıpkı
yazdığı gibiydi Boğaz manzarası. Çayımı onun için de içtim, ama boğazımdan zar
zor geçiyordu yudumlar. Komünist diye Jandarma’ya düştüğü ve sabaha kadar
falakaya yatırıldığından bahsettiği sahne gelmişti aklıma. Anası görünce
anlayıp üzülmesin diye, ayakları parça parça olduğu halde, ayakkabılarını giyip
acıdan kıvransa da topallamadan mahkemeye kadar nasıl yürüdüğünü anlatıyordu. Mahkeme
başkanı anlayınca ayakta zor durduğunu, acımış da duruşma boyunca kaldırmamış
ayağa. Sonra Abidin Dino’larla karşılaşmasını anlatmıştı; Abidin Dino’nun bütün
parasını verip sonra utana sıkıla 75 kuruşunu nasıl geri istediğini, Orhan
Kemal’le bir el arabası bulup mahalle mahalle dolaşıp sebze satarak para
kazanma hayallerini, arzuhalcilik yaptığı günleri, Boğaz’da oltacılık yapıp nasıl
balık tutarak karnını doyurduğunu... Zaten onunla ilk karşılaşmam da,
Karaköy’deki balıkçı dostu Sakallı’nın yanında olmuştu. Buradaki yazılarımdan
birinde bahsetmiştim uzun uzun Sakallı’dan. Vapura binerken, o gür sesiyle
“Korkudan korkmalı evlat” demesi çınladı bir an kulağımda, “korktukça büyür
zulüm…” Bir karanlıktan öbür karanlığa…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Mart 2015)