Ey biraz yavaş
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
“Çıldırmış birine
gerçeklik nasıl görünür peki?” diye soruyor Kracauer, yeni çıkan “Film Teorisi”
adlı kitabında. Kitaptaki Bunuel’in “El” filmindeki kilise epizodunu ele aldığı
sahneyi okuyup, üstüne bir de filmi izleyince, gözümün önüne tüm o atılan
gazete manşetleri, kürsülerde yalan yanlış söylenen bir dolu ipe sapa gelmez
sözler ve o sözleri alkışlayanların yüzlerindeki ifadeler canlandı. “Harbiden
de bu ülkede yaşayan herkes çıldırmış!” dedim kendi kendime, ilk defa bu
gerçeği keşfettiğim için değil, gerçekte ne olup bittiğinden artık emin olduğum
için. En son, bisiklet turnuvasındaki ödül töreninde yaşananlar bile, her şeyi
o denli açık bir biçimde özetliyordu ki... Sadece bu ülke de değil, dünyanın
tamamı çıldırmış durumda; Baltimore’da, Nepal’de, Suriye’de ve daha pek çok
yerdeki yaşananlara bakınca.
Yeni çıkan
romanları okur ve filmleri izlerken de derin bir boşluk duygusunun dünyayı
çepeçevre sardığını ve bu çıldırma hâline eşlik ettiğini, hatta kaynağı
olduğunu düşündüm sonra. Yoktu 19. yy’daki o muhteşem roman kahramanları. Geoff
Dyer’ın keyifli bir okuma vadeden “Venedik’te Aşk, Varanasi’de Ölüm” adlı
romanında olduğu gibi, yaşamından ve kendisinden sıkılmış Jeff’e benzeyen
karakterlerle dolup taşıyor edebiyat ve hayat. Jeff, dünyanın bir ucuna gidip,
Hinduizmin kutsal kitaplarından Upanişad’daki şu hakikate varıyor örneğin:
“Burada olan orada da var ve orada olan burada da var.” Hakikatin uzaklarda bir
yerde olduğuna dair inanç, yeni bir şey olmasa da varlığını daha da
güçlendirdi, artan bu boşluk duygusuyla birlikte. Deleuze ve Gauattari’nin
“organsız beden” kavramı, kilit bir kavram aslında bu boşluk duygusunu deşifre
etmek için. Hâlâ ve nedense, kendimizi ya da insanları, kimlikleri ve
“oluş”ları sabitleme ihtiyacı duyuyoruz ki, bu sabitleme ihtiyacı tam da
iktidarların kontrol etme arzusundan kaynaklanıyor. Sabitlenmeyle ortaya çıkan
yabancılaşma, insanların kendi gerçek kişiliğini, düşünce ve hislerini
saklamaya zorlanmasıyla; hatta okullarda, kışlalarda, işyerlerinde
öğretilmesiyle; içtenlik, zevk, güven ve yakınlığın kaybolduğu, korunaklı olduğu
düşünülen bir kabuğun içine hapsediyor herkesi. O kabuğun içinde insanların kendisini
iyi hissettiği bir gerçek, ama sadece yüzeysel bir iyilik bu. İçten içe, tarif
edilemeyen ya da edilmek istenmeyen boşluk duygusu bir sarmaşık gibi sarıp
sarmalıyor ruhu, nefessiz bırakana kadar. Sahte kendilik, gerçeğin yerine
aldığı içindir ki, aşktan siyasete her şey manipülasyona müsait bir hâle
geliyor.
Joel Kovel, “Arzu
Çağı” adlı kitabında toplumsal yapıdaki kamusal ve özel alanların birbirinden
tamamen koparılmasına bağlıyor, benliğin boş bir kabuk hâlini almasını.
Hakikati başka bir yerde aramak, aslında kendimizi ve hayatımızı kusurlu
görmemizden ve kusursuz olma arzumuzdan kaynaklanıyor ki, medyanın ve
reklamcılar da tam da ortaya çörekleniyor. Renata Salecl de, günümüz insanının yaşadığı
bu karmaşayı, ekonomik güvencesizlikten çok toplumsal rollere dair yaşanan
endişeye, kimlik dağınıklığına bağlamıştı. Köktenci dinî tarikatların ve
spiritüel hareketlerin artmasının nedenini de bu dağılma kaygısına bağlıyordu
Salecl.
Bizim balıkçılar
kahvesinde zaman zaman kavgalar edilse de, çekememezlikler, kandırmacalar olsa
da, kara insanlarının yaşadığı boşluk duygusundan, gelecek kaygısından eser
yok. Herkes kendisi olmaktan memnun, başka biri olmayı istemek akıllarına bile
gelmiyor, hamsinin balina olmak istemesi gibi tuhaf bir şey... Üzüntü yaşayınca
hemen bir Prozac içmiyor, köşesine çekilip teknesinin ya da ağların bakımıyla
ilgileniyor, denize açılıp bu kısa konukluğun mucizelerini hatırlıyorlar. Böyle
yaparak, Deleuze ve Guattari’nin tavsiyesine uyuyorlar sanki, biçimlerinin ve
anlamının kavranamayacağı kadar hızlı dönen dünyayı zihinlerinde yavaşlatarak...
Panik duygusundan arınmadan varolunamayacağını biliyorlar, alabora olur
tekneleri...
Kahvede oturmuş
bunları düşünürken, Turgut Uyar’ın dizeleri dökülüyor denize: “artık bize soluk
ver, bizi besle, kendini hatırla / ey biraz yavaş, biraz kutsal, beklerken az
sevinçli...”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Mayıs 2015)