Bahtsızlığın dibi
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Eskimiş dünyanın
çöküş zamanları... Her yer toz duman, acı... Eski model bir korku üretme makinesinin
dişlilerinde parçalanan hayatlar ve insanları yiyerek beslenen zombilerin linç
çeteleri... Çöküş, her zaman ürkütücüdür, yıkımı arzular çünkü, kendisiyle
birlikte her şey yok olsun ister. Gözleri cesetlerden başka bir şey görmeyen
zombiler belirir çöküş hızlandıkça. Bir zombiyi, parkta müzik yapan gençlerin
üzerine saldırırken görebilirsiniz mesela. Sevişenlerden ve sevişmeye dair her
şeyden nefret ettikleri için, tecavüze inanırlar. O kadar mutsuz ve
çaresizdirler ki, dünyevi olan her şeyden tiksinirler, tiksindikçe vücutları
birer bombaya dönüşür.
Zombilerle yaşamak
mümkün değildir, içlerindeki nefretin bulaşıcılığı tehlikelidir çünkü.
Çoğalmalarını engelleyecek tek şey, korku üretme makinelerinin yok olmasıdır.
Toplumlarda korku umudun önüne geçerse, hayat yorgun düşer, şiir ve müzik tükenir,
her şey hızla anlamını yitirir. Bütün bunlara sebep, her şeyi alınır satılır
bir sömürü nesnesine dönüştüren bu bozuk, çürümüş, eskimiş düzenin kendisidir. Bu
düzen, ya tüketim çılgınlığına kapılmış, önüne konan her şeyi, ağaçları,
nehirleri, madenleri yiyen ya da cesetlerle beslenen zombiler yaratır. Aşkı
tüketmek için yaşayanla aşktan nefret eden arasında aslında pek çok ortak
noktanın olması gibi.
Uykusuz bir Türkçeyle oturmuştum bu
yazının başına da... Cemal Süreya’nın
“Sesinde ne var biliyor musun / Söyleyemediğin sözcükler var” diye biten
şiirinde geçiyordu “uykusuz Türkçe” sözü… Bugünlerde kiminle konuşsam,
söylenemeyen sözcüklerin ağırlığını daha çok hissediyorum. İçimize
hapsettiğimiz şeyler çoğaldıkça söylenemeyen sözcükler de ağırlaşıyor. Uçlara
savrulan hayatlarda görebilirsiniz o ağırlığı, öfkeleri beklenmediktir,
yalnızlığa tahammülsüzdürler, yüzeyde basit bir hayat sürdükçe batmayacaklarını
sanırlar, kimseye inanmazlar, kendilerine bile, gerçeklik duygusu yavaş yavaş
kaybolur, yaşamak uğruna içlerindeki en değerli şeylerden vazgeçtikçe
yüksüzleştiklerini, hafiflediklerini sanırlar, ama boşluktan daha ağır bir şey
yoktur…
Turgut Uyar’ın şiirindeki dizeler
düşüyor çalıştığım masaya, yağmurdan önce, “ölesiye çalıştın ya da hiç
çalışmadın / hiçbir sevinç –sevinç ne- hiçbir şey yok / şu gecenin ucunda / ve
öteki boşluklar ürpertiyor insanı / tek başına olmanın dengesine vurunca / evet
şimdi ne var bakalım avucunda: / dövüş mü, yenilgi mi, bir bulut parçası mı…”
Elimde bir bulut parçası olmalı ki, bu satırları yazarken birden bardaktan
boşanırcasına yağmur başlıyor. Gerçek bu… Gökyüzü ikiye bölünüyor… Silvan’dan çatışma
haberleri geliyor sonra, ilçe kuşatılmış, elektiriği, telefonu kesilmiş, sokağa
çıkmak yasaklanmış, olağanüstü bir askeri sevkiyat var. Turgut Uyar’ın dediği
gibi “gülü değil ölüyü gözlüyorlar…” Bu dizeyi içimden tekrarlayarak ikiye bölünen gökyüzünden sızan yağmuru
izliyorum.
Çöküşün yıkıntılarından bizi kurtaracak tek
şey, başka bir dünyayı hayal etmek. O hayale sıkı sıkıya sarıldığımız sürece,
zombileşmeden yaşayabileceğiz. Ama ne zor şimdi, böyle bitmeyen ölüm haberleri,
işkenceler, iğrenç iktidar hesapları arasında hayallere sarılmak… Tim
O’Brien’ın “Taşıdıkları Şeyler” romanındaki gibi haykırasım geliyor böyle
anlarda: “Her şeye körü körüne, düşünmeden teslim olmalarından ne kadar
tiksindiğimi haykırıyordum onlara; aptal milliyetçiliklerinden, gurur duydukları
cehaletlerinden, ya-sev-ya-terk-et palavralarından…”
Yağmur gittikçe şiddetini arttırıyor. Pessoa’nın
“Yazıyorum ve önümde yağmur karanlığı bir manzara var” diye başlayan
yazısındaki gibi hissediyorum: “Ötemde, binlerce soruna yapışıp kalmış insan
kitlesi kaynaşıyor: Düğümleri kılıçla kesip atıyorlar, konserve kutularını
kapalı bırakarak açıyor ve açtık diyorlar, ya da masa örtüsünde açılan deliğin
üzerine hemen pis bir bez örtüyorlar.” Badiou’nun “mutlak bahtsızlığın ardından
gelen isyan” dediği şeyi özlüyorum yağmurda ıslandıkça, o pis örtülerin
kaldırılıp atılacağı… Daha fazla başımıza ne gelebilir diye düşünüyorum sonra,
bahtsızlığın dibine varmadık mı daha?
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Ağustos 2015)