Sırıtan acı
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Zaman değişmiştir,
insanlar değişmiştir ama sanki hiçbir şey değişmiyormuş gibi yaşamaya, konuşmaya
devam ediliyor ya, bir şaşkınlık hasıl oluyor bende böyle anlarda. Böyle bir
şaşkınlık ânını fırsat bilen gölgemin beni bırakıp gittiğini gördüm... Gölgeleri
birbirine dolaşan insanların arasında, defterim ve kalemimle onu bulmam da
kolay olmuyor her zaman... İstanbul’un eski semtlerinin ara sokaklarında, Boğaz’a
açılmış bir teknede balıkçılarla, Haydarpaşa’dan artık kalkmayan eski trenlerin
birisinde rastladığım oluyor ona... Her şeyi unutmuş gibi davranıyor. Onun bu
unutkanlığı, artık unutmuş olduğum başka şeyleri hatırlıyor olmasıyla ilgili...
Orada değilim artık ben diyor, sen hep aynı sabaha uyanmakta, aynı şeyleri
yaşamakta ısrarcısın. Hayat, bu değil diyor bana. Yanlış bir trene binmeyi göze
almadığın sürece, bana kavuşman imkânsız. Kayıp gölgemin izini sürerken,
unuttuğumu sandığım pek çok şeyle karşılaşmanın sevincini yaşamaya başladım.
Aslında İstanbul’da yaşıyor olmama rağmen İstanbul’u unutmak gibi, ne çok şey
gölgemle beraber bırakıp gitmiş beni... Sabahları vapura binerken simit almayı
unutur olmuştum, yağmur yağarken söylediğim şarkıları, şiirleri de... Yarın
devrim olacakmış gibi tutkuyla kitap okumayı, sevgilime ne zaman sarılsam bir
nehirdeki teknenin içinde akıp gidiyormuş gibi hissetmeyi...
Geçen gece, oturmuş
gazete yazımı yazarken, gölgem, masa lambasının ışığıyla sokuldu yanıma.
Zile’deki HES eyleminde köylülere gaz bombası atan jandarmalardan birinin
yüzündeki sırıtan ifadeye takılıp kalmıştım. O sırıtış, çok tanıdık gelmişti.
ABD’de, yakılarak öldürülmüş bir siyahın başında gülümseyerek poz veren
ırkçıları, Ebu Gureyb’de işkence yaptıkları kişilerin yanında gülümseyerek poz
veren askerleri hatırlamıştım. Arno Gruen, “Demokrasi Mücadelesi” adlı
kitabında, o sırıtışı, başkalarına acı vererek kendi acılarını inkâr edenlerin
bir maskesi olarak tanımlamıştı. Gruen, daha fenasını da söyleyerek bize acı
verenlerin talebiyle, aslında herkesin acıyı çeşitli oranlarda inkâr ettiğini söylüyordu.
Acı verenleri değil, acının kendisini cezalandırma ve yok etme çabası içinde
olunması, özgürlük talep edenleri linç etmek isteyenlerin ruh hâlini de açıklıyordu.
Ancak, sadistleşerek acı küçümsenebilirdi. Siyahları linç ederek öldüren
ırkçılardan biri mahkemede kendisini şöyle savunuyordu: “Biz beyazlar kendimizi
siyahlardan korumayı öğrendik; tıpkı sarıhumma ve sıtmaya karşı, zararlı
böceklere karşı korunmayı öğrendiğimiz gibi.” Öldürdüğü siyahları zararlı
böcekler gibi gören o kişiyle, sokaklarda solcuları ya da eşcinselleri linç
etmeye kalkışanların ruh hâli aynıydı. Acı ne kadar büyükse, küçümseme ve inkâr
da o oranda artıyordu. Hassasiyeti ve sevecenliği küçümseyen, dışarıyı sürekli
kendisini yok etmeye çalışan düşmanlarla dolu bir yer olarak tahayyül eden bir
kültürel ortamda, insanların gölgeleriyle mutlu mesut bir hayat sürmeleri
mümkün değil. Başkanlık sistemi, tam da böylesi bir ortamdan, korkularla
şekillenen muhafazakârlıktan güç alarak hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Disiplin, itaat, uzlaşma ve boyun eğme talep eden her iktidar, acıyı inkâr eden
insanlarla yükselebilir ancak. Katliamlarla dolu bu topraklarda, acılarla baş
etmenin en kolay yolu, inkâr tercih edildi hep.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Mart 2015)