İyi uyanışlar
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Çoğu gün iyi uyanıyorduk, şairin dediği
gibi, bir dilim ekmek, bir iki zeytinden başka bir şey de aramıyor, hüznümüzü
yakamıza bir çiçek gibi takıp sokağa çıkabiliyorduk. Ama olmuyordu işte,
sokakta köşe başını dönerken birden karşımıza çıkıyordu haksızlık, savaş, ölüm…
Barış Anneleri, üzerlerine biber gazı sıkılarak tartaklanıyor, Suruç
Katliamı’nda yaralanan Vatan Budak hayata gözlerini yumuyor, bir parti lideri
“şerefsizler” diye hönkürerek linç çetelerini kışkırtıyor, savaş uçakları
köyleri bombalayıp çoluk çocuk demeden katlediyor, gazeteler, televizyonlar
savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ediyordu. Yakamıza taktığımız çiçek soluyor,
iyi uyandığımız günleri unutuyorduk. Bir şiirin içindeymiş gibi yaşayamıyor,
sosyolojik izahlara başlıyor, çareler düşünüyor, yoruluyorduk… Onuru sürekli
kırılan bu dünyada bir şiirdeymişçesine yaşamanın çaresi yok muydu? Sevdiğimiz
yazarların roman kahramanlarına gidiyor, onlara danışıyorduk. Ağız birliği
yapmışçasına diyorlardı ki, “Ne yapıyor, ne yaşıyorsanız hakkını vererek
yaşayın. Sevişir ya da canınız sıkılırken, inandığınız bir doğruyu savunur ya
da hakikati ararken… Tren yolculuğu yaparken pencereden bakmakla yetinmeyip başınızı
dışarı çıkarmak gibi, anlıyor musunuz…” diyorlardı, “Sizi öldürmek isteyenlerden
değil, onlara benzemekten korkun…”
Guy Debord’un dediği gibi “Gerçek; anlamda
altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık, bir kaza ânı”ysa eğer, hayatı
savunmakta ısrar etmekten başka bir çare yok, kazalar çoğalsın diye... Herkes akılsızlığa
varacak kadar akıllı hayatlar yaşar, risk hesabı yapmadan nefes alamazken… Ulus
Baker’in “Sadece varolmamız bile, belli bir noktada onlara zarar verecektir” sözünü
hatırda tutmalı hep.
Bloch’un “dünyaya yardımcı olacak şeyi
dünyada aramalı” öğüdüne sıkı sıkıya sarılıyor, insan yaşamında asıl
belirleyici olanın gündüz düşleri olduğuna inandığımız için şiiri, sanatı,
hapsedildiği o basit kalıplardan, monte edilmiş piyasanın tezgâhından kurtarmak
istiyorduk. Çare, içimize kapanıp daralmakta değil, dışarıya doğru
genişlemekteydi. Her şey bizi lanet okumaya, içimize kapanmaya, umutsuzluğun
düşünsel ve düşsel bataklığına doğru çekmeye çalışsa da, birbirimize tutunup
ayakta durmaya çalışıyorduk. Çünkü biliyorduk ki, istedikleri şey, onlar kadar
kötü, gaddar ve umutsuz olmamızdı. O zaman daha bir iştahla saldıracaklardı
hayata, iyiyi kötüyle, cesareti korkuyla değiştirerek…
Umudun çabuk kırılır, dağılır bir şey
olmasının güvensizliklerle ilgili olduğunu biliyorduk; kendimize ve başkalarına
güvenmemizden ayrı değildi umuda duyduğumuz güven.
Pavese’in “Kâğıt İçicileri” şiiri, nereye
gitsek peşimizden geliyordu, “Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya / gün ışığıyla
küfretmeye başlıyorsak: / İnsandı suçlu olan. Hiç olmazsa gidebilmeliyiz / aç
ama özgür olabilmeli / hayır diyebilmeliyiz…” Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz”
kitabında haykırışı karışıyordu sonra bu dizelere: “Paranın ve ölümün
övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve
insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz. Silahlara her dakika iki
milyon dolar harcayan ve her dakika otuz çocuğu açlıktan ya da
iyileştirilebilir hastalıktan öldüren bir dünyaya hayır diyoruz.” Galeano,
“demokrasi kılığına girmiş diktatörlüklere” hayır derken, “hayal kırıklığının
hüzünlü cazibesine” de hayır demeyi ihmal etmiyordu. Ayrı değildi çünkü, ölen
çocuklarla umutsuzluk…
Her şeyin kötüye gittiğine dair algı, bir
yanılsamaydı. Spinoza’nın altını çizdiği gibi, “olumsuz tarafından kemirilen
bir dünyada, insanın öldürücü iştahını, iyilik ve kötülüğün, adalet ve
adaletsizliğin kurallarını” sorgulayan, “olumsuzun bütün hortlaklarını” ifşa
etmekten, hayata ve hayatın gücüne inanmaktan vazgeçmeyenler olduğu sürece, iyi
uyanacaktık, gidenler iyi uyuyacaklardı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 5 Ağustos 2015)