O deniz yağmurları
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Nasıl yorulduysam
ve seçimler yaklaştıkça içimi nasıl bir huzursuzluk kaplamışsa, yatağımda
uyumak yerine, Cavit Abi’nin kayığına attım kendimi. Kayığın gövdesine vuran
dalga seslerini dinleyip gökyüzünde bulutların arasında zaman zaman gözüken
yıldızlara bakmak bile uykumu getirmedi.
Ernst Bloch,
insanın sırf kendiyle baş başa kalmasının huzursuz olması için yeterli olduğunu
yazmıştı. Huzurlu olmak başkalarıyla olmak, yani yalnız olmamak ve spiritüel
araçlarla kendinden uzaklaşarak mümkün olabilir ancak. Pessoa’nın
“Huzursuzluğun Kitabı”nı ya da Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adamı”nı okurken de aynı
duyguya kapılmıştım, insanın kendine tahammül etmesi gerçekten güç iş, bir de
böyle bir ülkede, dünyada yaşıyorsan. Bloch, “İzler”de, “yalnızken çoğu insan
kaçıktır” diye yazmıştı. Yaşadığımız bu toplum, yalnız insanlarla dolu olduğu
için mi böyle çıldırdı acaba? Neydi insanları bu kadar yalnızlaştıran,
kendileriyle hiç baş başa kalamayacak kadar zorlayan?
Gökyüzündeki
yıldızları bulutlar örttüğü zaman, iktidarı için her tür kışkırtıcılığı göze
alan bir siyasi partiye insanların oy verecek olmasıyla bu çıldırtıcı yalnızlık
arasındaki ilişkiye dair düşünürken buldum kendimi. Ekonomik ve toplumsal
yapıda yaşanan değişimlerin insanların kişiliğini nasıl değiştirdiği yazılıp
çizildi çok. 12 Eylül’den sonra yaşananlara bakarak bu değişim açık bir biçimde
görülebilir. Cumhurbaşkanı’nın sözlerine, neredeyse narsisistik gelecek kadar
yaptığı “ben” vurgusuna ve özgüvenine bakarak da...
Yapılan “ben”
vurgusunun, özgürlükçülerin kullandığı anlamda birey olmakla bir ilgisi yok
elbette. Tam tersine, kendi benliğinin sınırlarını bir ölçüt olarak belirlemiş,
özerk olmak istediği kadar güçlü bir bağlanma ihtiyacı da duyan insanların
yaşadığı gerilimi ifade eden bir “ben” vurgusu... Böyle bir kişi, bir yandan
sansüre karşıyım der, bir yandan da her tür sansür mekanizmasını devreye sokar
ve yaptığı şeyde bir çelişki görmez. Her şey siyah ve beyazdan ibarettir onun
için, kurduğu partiye isim seçerken bile dikkat eder buna; bir şeylerin
karşısında ve bir şeylerin yanında olduğu net olmalıdır, bizdensin ya da
değilsin... Ama sorun şudur ki, gerçekte hiçbir konuda bir netliği yoktur. Fikir
sahibi olmadığından, karşısında olduğu, düşman bellediği şeye göre belirler
kendisini. Siyaset yapma malzemesi, düşman bellediği geçmiş iktidarın
kötülüklerine dair propaganda ve eğilim araştırmalarından ibarettir. Eğilim
araştırmaları, pazarlama stratejisi olarak gördüğü siyasetin vazgeçilmezidir ve
bu yüzden medya, hiç bu kadar pervasızca kullanılıp hırpalanmamıştı. Davalar
açılıp, televizyonda ya da meydanlarda gazetecilerin hedef gösterilmesi, boşuna
değil.
Peki neden bunca
olup bitene, iş cinayetlerine, yolsuzluklara rağmen oy alabiliyor böyle
partiler? Çünkü 12 Eylül’le birlikte yaşanan kopuş ve Sovyetler’in dağılmasıyla
birlikte dünyaya egemen olan ideoloji, yarattığı ekolojik ve ekonomik krizlerle,
savaşlar ve salgın hastalıklarla güvencesizliği ve güvenliksizliği dayattı
insanlara. Bütün bunlara serbest piyasa koşullarının yarattığı, her ne kadar
olumlu yanları da olsa “ben” odaklı kültürel değişim ve çokkültürlülük de
eklenince, toplumsal rol ve kimlik karmaşası, insanların kendilerini çaresiz ve
boşlukta hissetmelerine neden oldu. Köktendinci hareketlerin tam da böyle bir
zamanda yükselmesi, bu yüzden hiç şaşırtıcı değil. Almanya’dan gelen bir
sosyolog, Almanya’dan IŞİD’e katılan gençlerin ruh hâli için de benzer şeyler
söylemişti. Bazılarının IŞİD’e katılmadan evvel “çılgın” bir hayat
sürdüklerini, gerçekte iç dünyalarında büyük bir karmaşa ve boşluk duygusu
yaşadıklarını ve köktendincilikte buldukları huzuru, başka hiçbir kültürel ya
da sentetik uyuşturucunun veremediğini söylemişti.
Çözüm, eskiye
dönmeyi arzulayan politikalarda değil elbette, küreselleşme geriye alınacak bir
şey değil. Mesele, Paul Ricoeur’ün Fransa’daki köktendinciliğin yükselişiyle
ilgili söylediği gibi, hayata düşman yıkıcı hareketlere insanların neden
ihtiyaç duyduğunu anlayacak ve taleplerine doyurucu çözümler üretecek siyasi
görüşlerin gelişmesine sistemin izin vermemesi. Bu bizim ayıbımız diyordu
Ricoeur. Gezi’den bu kadar çok korkulmasının nedeni de buydu, küreselleşme
karşıtı hareketlerin kalkış noktası da... Böyle bir iktidarın varlığıyla
yaşıyor olmak, artık çok ama çok ayıp, bunca korkunç acı şey yaşanmışken...
Bulutlar
gökyüzünü iyice kaplayınca, ilk yağmur taneleri de düşmeye başladı. Küreklere
asılıp karaya dönerken, Turgut Uyar’ın “o trenler, o kaçmalar, o deniz
yağmurları” dizesini yazdığı şiiri hatırlamaya çalışıyordum, yönümü
değiştiren...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 3 Haziran 2015)